Friday, December 15, 2006

Çingene Karavanı

Uzaktan gelen tınılar beni hiç bilmediğim mekanlara götürüyor. Bilimadamı dostumu da yanıma almak istiyorum zira bu maceranın ne sonu belli ne de başı. Kime nerede ve nasıl rastlarım orası ayrı bir bilmece. Gitarın telleri titreşmeye devam ediyor ve sonra bir ordunun uygun adım yürüyüşündeki gurur yayılıyor atmosfere. Toz duman alıyor, yürüyor... Gökyüzü hep bir ağızdan söylenen ve zaferleri anlatan bir marşla çınlıyor. Bu ordu durmaz, bu ordu yenilmez. Uygun adım ilerlerken bilimadamı dostumla, kendimizi bir an Parisin arka sokaklarında dolanırken buluyoruz. İşin garip tarafı ne daha önce gitmişliğimiz ne de görmek istemişliğimiz var... Bu durumun boğluğu içinde salınıyoruz. Fuko sarkacı zihnimde bir o yana bir yana sallanıp
duruyor. Soru işaretleri geomterik seri halinde çoğalıyor. Gerilim artıyor, müziğin temposu ile birlikte. Bu işkence tacını giyeli çok olmamış. Neye dönüştüm... Tanıdığım herkes öyle ya da böyle uzaklara gidiyor... İmparatorluğum pisliğin içinde çöküp gidiyor. Yeniden başlayabilir miyim? Dönüşü olmayan bu yolda gerilim artıyor. Bir çıkış yolu bulabilirim. Bulabilir miyim? Fransanın garip sözcüklerine bu güzel bayan sesinden dahi katlanamayacağım. Al götür beni parmaklarım. Bas şu tuşa artık, gidelim buradan. Küçük hatalar dükkanından küçük şarkıların tınısına geri dönüyorum. Saat 14:51. Bu şarkı benim. Sen neredesin? Dostum nereye gitti. Bu bilinçli gündüz düşü neden karmaşaya dönüşüyor? Bu küçük şarkının notaları armonikanın tınısıyla karışıyor. Mezarlığın yanından gökyüzüne yükseliyor. Bulutlarla taşınıyor. Minik yağmur damlacıklarıyla çiğ parça olup oluk oluk akıyor tepemden aşağı! Binip gidiyorum bir çingene karavanına sıkılınca bu kalabalıktan. İstikamet: Romanya... Ne bulduysam buralarda bir çingene gibi dolduruyorum sırtımdaki yüklüğe ve gacır gucur tekerleklerin uyumlu sesleri arasında ilerliyorum. Havada yağmurla ıslanmış pamuklu kumaş kokusu ve karavanın çevreyi ışıtan sarı-turuncu ışığı. Gün batıyor beni de ağır ağır peşinde sürükleyerek! Anlamadığım dilde söylenen türkülere ritm tutuyorum akşamın tavuk karası bakışlarında... Ufak ufak düşünce kırıntıları bırakıyorum geçmişe... gün geldiğinde aynı yoldan döneyim diye... Umarım umutsuzluk kuşu tüm minik parçacıklarımı yiyip bitirmez.
Gün biter...
Gölgem uzar gider...
Üzülme sevdiğim gün gelir dönerim.

Sunday, November 26, 2006

Gerçek Rüya

Beni sarsıyor,
- Kendine gel!
Kafamı hafifçe kaldırıyorum:
- Ben zaten kendimdeyim ama bu benden geriye kalan!
Diyorum ve kafamı indiriyorum.
Karşımdaki sırıtkan kelle umurumda bile değil.

Monday, November 20, 2006

Gemi

Bir gemi demir alıyor bu limandan uzaklara.
Uzaklar ki artık beklemekten bezgin,
Uzaklar ki uzun uzağa hasret.
O halde bu çöküş burada biter,
Uzakların yeni yükselene hasreti son bulur.

Uzun uzak adam güverteden yalnızlıklara el sallar,
Geminin düdüğü öter,
Sessiz duman salınarak yok olur semada,
Ve O'nun silueti buraları geride bırakarak uzar gider...

Tuesday, November 07, 2006

O'nun ve benzerlerinin ardından

Bir adam ölür,
Birilerinin umurunda olmaz,
Birilerinin içi yanar,
Birileri üzülmüş gibi yapar,
Kimileri hiç oralı olmaz,
Kimileri haberdar olmaz,
Ateş düştüğü yeri yakar...

Sırıtkan suratların sahne şovları devam eder,
Seviyesiz espiriler, göz bağcılığı, körlük,
Ağzı açık izleyenlerin sayısı hiç de az değildir,
Sinirden ağzı köpürenlerin sayısı hiç de çok değildir,
Bir adam ölmüş ölmemiş ne fark eder ki?
Ama ateş düştüğü yeri yakar...

Sönene kadar...

Sunday, October 29, 2006

Puro Kokusu Yalnızlığı

Uzadıkça uzayan gölgelerin peşi sıra, cebimde donmuş anların yansımaları, puro kokan bir akşamın yalnızlığındayım bu akşam da. Puro kokusu tüm ağırlığıyla hatıraları bastırıyor. Bu gece tüm yalnızlıklar üstüme sinmiş. Müzik tınıları yetişmeye çalışıyor uzaklardan zayıf çığlıklarcasına. Savaş alanlarında terk edilmiş, yenik düşmüş, tüm yarım kalmış cümleler düşüveriyor düşüncelerimin durgun gölüne:

Önce dün gece:

"Geçen gün sana döndü yüreğim yüzünü, usul usul. Yağmurlar boşandı gönlüme. Toprak kokusu..."

Sonra bu hafta:

Boş satırların diyarı...

Ve sonra özlemek ve özlemini duymak TDK'den:

"Bir kimseyi veya bir şeyi görme, kavuşma isteği, hasret, tahassür. Özlemini duymak:Yürekten istemek, arzu etmek."

Şimdiye döndüğümde:
"Elimde yine puro kokusunun yalnızlığı;
Arkam yok, önüme bakmıyorum, Yüzümü saklıyorum.
Ve derken aklıma bir kitabın arka kapağından satırlar geliyor:
"Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?"
Ben kimim?
Ben kendimi tanıyor muyum?
Ben hep ben olmayacak mıyım?
Ve ben, ben olduğum zaman neler olacak?
Ve neden içim yanıyor?
Akşamın ağırlığı bir kez daha çöktüğünde, içimde birşeyler yanıp kül olurken, bir kömür parçası yüreğime düşüyor ve köz oluyor. Birşeylerin kontrolden çıktığını hissediyorum.

Değiştirmeliyim.

Bu yalnızlık çölünün çıldırtıcı çölünden çıkmalıyım ancak bunun için öncelikle birşeyleri değiştirmeliyim. Saflığımı geri kazanmalı, zayıf düşen aslanı canlandırmalıyım. Aksi takdirde sırtlan ordusuna yenik düşeceğim ve kontrolsüz barbar canavarlar ordusunun bilinçsizliğinde bu düzenin ritminde yitip gideceğim. Kendime ayna tutma zamanı geldi. Birşeyleri değiştirme zamanı. Miladı koymalı ancak önce nereden başlayacağımı bulmalıyım. Uzaklardan biryerlerden gelen bir mesaj, yakıyor, uyandırıyor. Aynaya her bakışımda, öfke, çaresizlik, terk edilmişlik, tutsaklık ve sessizlik tarafından kuşatıldığımı hissediyorum. Düşüncelerim öylesine karışmış ki bu kara gölden çıkamıyorum.

Ne yapmalı?

Tuesday, October 17, 2006

Hayal(et) Tren

Geçen günleri yüklenip giderken hayalet tren, Uzun uzak bakıyorum geçip gidenlerin ardından. Bir elimi yanağıma dayamış, yağmurlu bir günde ahşap evin pencerelerinden sokağı izleyen çocuk gibiyim. Biraz hüzün var yazın geçip giden günlerine ve biraz da heyecan açılan okulun getireceklerine. O anda kokular vagonu geçiyor gözümün önünden. Yağmurla ıslanan yün kazaktan yayılan koku, annemin sıcaklığını hatırlatıyor ve babamın gülümsemesini. Oysa tren o kadar hızla uzaklaşıyor ki, bana kalan sadece treni takip eden soğuk rüzgarların ürpertisi.
Üşüyorum.
Zaman zaman Romanyanın dağlarında ya da Taj meydanda; zaman zaman Kızıl topraklardayım ya da Sarıyerden geçiyor trenim.
Hayal ediyorum...
Hayaletim...
Hayal ettim...

Monday, October 09, 2006

Hatıralar

Hatıralar öylesine güçlüdürler ki;
Mekanın ve dahi zamanın ötesine geçerler.
Etin ve ruhun içine işlerler.
Kendinizi söküp atmadıkça orada öylece dururlar, dururlar, dururlar...

Sunday, October 08, 2006

Kelimeler öfkeye yenik düşüyor

Öfke denizi kabarıyor.
Gözlerimin kızardığını hissediyorum, gülüşmeler arasında. Hiç düşünmeden öylece kendini heyecana kaptırmış ve manasızca ama bir o kadar da içten pazarlıkla yaşayan insanların oluşturduğu insanlık nehrine olan öfkem katlandıkça, aynı oradan da hayatın katlanılabilirliği azalıyor. Kakara kikiri yapanlara tahammül edemiyorum.
Öfkem ateşi harlanıyor...

Monday, September 25, 2006

Yağmur

... . ...... . . .......... . . ................. .... . . . .. .. . . ....... . ....
.... . .. . .. .. . ...... . . .... . .. .. . ... .... ... .. .. .. ... .... ..... .... ....... ..... ... . ... . ... . ...
..... . ... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . .. .. .. ..... ... .. ... ... ... . ... . ... . ...
..... . ... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . .. .. .. ...... ... . ... . ... . ...
..... . ... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . ..... . ..... ... .. ..... ... .. ..... ... . ... . ... . ...
..... . ... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . ...... . .. .. . ...... ..... ... .. ....

Monday, September 04, 2006

Ne Zaman?

NE ZAMAN DURUR:
Yokuş aşağı yuvalanan bir top? Duvara çarpınca…
Suda batan taş? Dibe vurunca…
İpi kaçmış uçan balon? İç basınç dış basınca baskın gelince…

YA BEN?

Duvarı özledim, dibe hasret…
İçim dışıma ağır geliyor, patlayacağım!

Friday, September 01, 2006

Varolmayan Diyalog

- Selam
(demedi çünkü içinden gelmiyordu Uzun Uzak Adamın)
- Selam sana da!
(demedi çünkü kendisine selam eden yoktu.)
- Nasılsın?
(demedi çünkü gerek yoktu. Alacağı cevaplar sınırlı veyahut belliydi. “İyiyim”diyecekti besbelli veyahut “Fena değil” sonra da gayrı ihtiyari “Senden ne haber?” diyecekti.)
- Çok dertliyim…
(deyip duraklamadı çünkü soran olmadı. Aslında derdi çoktu paylaşmak istiyordu ama biliyordu ki karşıdaki laf olsun diye soracaktı ya da gerçekten sorsa da kendisini gerçekten anlayamayacaktı.)
- Başımdan ne geçti geçen gün biliyor musun?
(diyemedi çünkü başından hiçbir şey geçmemişti.)
- Neyse madem konuşacak bir şey yok, daha fazla susmanın bir anlamı yok.
(diyecek oldu, gereksiz buldu. Sustu)

Asla gerçekleşmeyen konuşmanın hikayesi böylece başlamadan bitmiş oldu. Uzun uzak adam sessizce yürüdü geçti. Göz göze geldiklerinde sanki birbirlerine bir şeyler anlatmak istediler ancak inançları oydu ki asla ama asla, ne kadar konuşursan konuş derdini gerçekten dinlemek isteyen birilerini bulamazsan ve dinleseler de asla kendilerinden başkasını anlayamazlar.

- …
- …

Monday, August 14, 2006

Gölgeler Vadisinin Siluetleri

Gölgeler Vadisinde yürüyorum uzun uzak.
Ana yoldan hızla iniyorum sahile doğru bugün - 10.08.2006 tarihinde Istanbul şehrinin Avrupa yakasında. O da ne? Uzun uzak gölgem aynı yokuştan çok ama çok tanıdık bir gölge ile günün başka bir saatinde usul usul tırmanıyor yokuş yukarı yıllar önce. Gülüşmeler puslu bir camın arkasından geliyor; Anlayamıyorum ağızlarından dökülen sözcükleri ama bir bir hatırlıyorum
konuşulanları o yaz akşamında zihnimin kristal berraklığında çünkü o gölgenin sahibi bendim. Geçiyorlar yanımdan, elimi uzatıyorum dokunamıyorum. Artık çok geç... adı üstünde geçmiş. Ancak ne var ki o güne ilişkin sıcaklığı halen hissediyorum benliğimin ta derinliklerinde, ışığın geçmediği, zamanın öldüğü ve karanlığın tek hakim olduğu gölgelerde. Yolculuğumun devamında nihayetinde balık restoranına varıyoruz, o da ne? Geçmişin gölgeleri dans ediyorlar, hem de bu defa geçmişin her gününde farklı yüzlerin yansımalarında. Çoğu gölgede heyecan, beklenti, mutluluk var. Şimdilerde ölü toprağı altında kalmış tüm heyecanlar kıpır kıpır ediyor mezarımın üstünde.
- Geçmişte yaşanmaz!
- Yaşamıyorum zaten...
Balıklar geliyor, sohbet akıp gidiyor ve gölgelerim benim etrafımda dolanıp duruyorlar. Kafamı ne zaman o yana çevirsem daha derinlere dalıyorum. Ne zaman bu yana çevirsem günün ağırlığı, geçmişin heyecanlarına hasret inceden incedeye kırıp geçiriyor beni.
Vakit geçiyor, ayrılık vakti geliyor. Dönüş yolundayım şimdi. Işıklı sitenin önünden geçerken kafamı uzatıyorum usulca ve aracın kat ettiği kilometrelerle geride kalan sıcak yuvaya bakıyorum. Işıkları yanıyor şimdinin. Geçmiş karanlığa gömülüyor gülümseyen ama yüzleri görünmeyen tüm gölgelerle ve benimle. Araç hızla uzaklaşıyor, geçmişimi geride bırakıyor, yüreğimi dağlıyor, gece ağlıyor, ben susuyorum. Gök bana ağlıyor, damlalar tüm serinliğiyle yüreğimi soğutmaya çalışıyor.
Ben...
Ben gölgeler vadisinde yürüyorum uzun uzak.

Monday, July 31, 2006

[Ne]Me(ne)[n](m)e[m](n)

- S(ıhh)[a]at(tes)iniz (umarım)[kaç]?
- (Gayet) (i)y[ed]i!
- S(ıhh)[a]at bu geçip gidiyor!
- [A](e)cel(i)[e]miz mi (geldi?)[Vardı?]
- Kim(se) bil(emez)[ir] …
- Gelir misin benimle?
- [A](e)cele [etmeye] gelemem!

Tuesday, July 18, 2006

Zamanın Durduğu Yer

Bir çift kara camın ardından, puslu güne yeni açılmış gözler ve derin düşüncelerle bakıyorum.
Zamanın asılı kaldığı yerlerden burası da. Az ilerde altı kişilik bir gruba anlatıyor yedincisi,
parmağıyla bir yerleri işaret ederek:
- Benim zamanımda deniz şuradaydı; Dalgalar şuraya vuruyordu; biz de şurada denize girerdik.
Oradan bir köpek geçiyor usulca hayata umursamadan ve ilk bulduğu gölgeye yığılıyor.
Bir çift kara camın ardından zamanın anlamını yitirdiği mekana bakarken düşüncelerimin
denizinde boğulup gidiyorum...

Monday, July 10, 2006

Saklı Seçilmişler - 1

Yüzyıllar boyu yağmurlarla ıslanan topraklarda çırılçıplak ve birbaşına kıvrılmışım toprağın üstünde. İçimdeki özgürlük ateşi yalnızlığa sürüklerken beni, umut ışığını eze eze kenara sıkıştırmış ve kuru, cılız dala çevirmiş. Şimdi kafamdaki her bir damar kalp atışlarımla bir genişleyip bir büzülürken yağan yağmura rağmen ben alev alev yanıyorum garip çöl sıcaklarında.
Yitip giderken, ölümün sıcak kumlarında harap bitap yürüyorum, sanrılarda boğulanlara delicesine sırıtarak...

Tuesday, July 04, 2006

Soğuk

Parmak uçları, beden kalesinin uç beylikleri: soğuk;
Ve kalp, beden kalesinin karargahı beyin tarafından komuta edilen: daha da soğuk;
Hala soğuk...

Monday, June 26, 2006

(D)ayı!

Düzende yola çıkanlara öğretilen temel anlayışlardan bir tanesi, karşılaşılan bazı zorluklar karşısında "Köprüyü geçene kadar ayıya dayı" deme yaklaşımıdır. Gelin görün ki köprünün ucunun ve bucağının belli olmadığı bir düzende ayıya o kadar uzun zaman dayı der hale geliyor ki insanlar, bir müddet sonra ayıyı gerçekten dayı zannetmeye başlıyorlar.
Sonuç:
Ayıyla bayram olmayacağı gerçeği unutulduğu için düzen tarafından, dayı sandıkları ayı vasıtasıyla, bayram günü, köprüde düzülmeleri çok sürmüyor.

Tuesday, June 20, 2006

Gözler...

Geçmişin karanlığına kör, bir çift karanlık göz usulca kapandı bugün.
Yarın?
Geleceğe hasret, bir çift nasırlı el uzandı ufka bugün.
Yarın?
Yarın yok. Yaşanmadı.
Dün yok. Yaşandı gitti.
Bugün, ona da sahip değiliz. Akıp gidiyor.
Ne kaldı bize an'dan gayrı.
Parlayıp sönen kibrit alevi misali geçip gidiyoruz...

Monday, June 12, 2006

İçme suyu şişesi yalnızlığı

Sahibi tarafından terkedilmiş yarım litrelik içme suyu şişesi duvarın üstünde, grubun arkasında, saatlerce, öylece duruverdi. Kimsenin ondan haberi olmadı; Sahibi onu bıraktığı yerde unuttuğunu susadığında hissetti ama artık çok geçti. Uzun uzak adam şişeyi farkettiğinde nedenini bilemez bir şekilde iç dünyasına çekiliverdi hızla. Akşama doğru çökecek olan karanlıkla birlikte gelecek fırtınanın habercisi yoğun hüzün bulutları kaptığı gibi sürüverdi düşüncelerini bu diyarlardan:
Çok uzun sayılamayacak kadar kısa ve kısa sayılmayacak kadar da uzun bir süredir aynı eşle dans ediyordu dans pistinde. Gözü hiçbir zaman kenarda oturan veya ayakta eş arayan eşlerde olmamıştı ta ki bir tanesi kendisine göz kırpana kadar. O noktada düşünce duvarında başgösteren çatlaktan akıvermeye başladı gönül suyu. Gönlü sızdıkça usulca çatlaktan, düşünceleri ihanet dar boğazına yaklaştıkça yaklaştı. Rüyalarında O'nunla dans eder oldu bir süre, terleyerek uyandığında derin bir nefes almak istediyse de başaramadı. Tekrar uyumak istedi ancak dudakları kurumuş, gönül pınarı çekilmiş ve düşünceler ihanet dar boğazında düşman orduları tarafından kıstırılmıştı. Bu noktaya gelişinde elbette kendisine göz kırpan eşin etkisi var idi ancak asıl hata kendisindeydi. Neden iradesine sahip çıkmamış ya da geleceği öngörememiş ve bir başkası ile dans etmek için bu derece aceleci davranmıştı? Kimbilir belki de aceleci davranmamıştı zira bu ana kadar geçen süre ne kısa denebilecek kadar uzun ne de uzun denebilecek kadar kısa idi. Zaman tanrısı yapacağını yapmış ve işte oyununu oynamıştı. Bu düşünceler içinde terlerken uyku diyarına geri döndü tekrar. Yeni eşinin kollarına...
Gündüz düşünden uyandığında içme suyu şişesi öylece duruyordu. İhanet dar boğazına yürüyen düşünce orduları, fırtınanın habercisi yoğun hüzün bulutlarının gölgesinde, uzun uzak adamın gönül sızıntısına aldırmadan yürüyüşlerine devam ettiler. Zira yürüyüş bir kere başladı mı durmak mümkün değildi...

Sunday, June 04, 2006

Göz Açıp Kapayıncaya Kadar...

18 Yılın yükünü 8 dakikada atmak...
ve
18 yılın alışkanlıklarından kurtulmaya çalışmak...

Monday, May 29, 2006

Yarım kalmışlık...ihanet

Günler günleri kovalıyor, seneler geçip gidiyor. gün gelip geriye baktığında "Yarım kalmışlık, türüne ihanet etmişlik hissi", yüreğinde bir sızı bırakıyor Uzun uzak adamın.
Geçmişten bugüne sandığında sakladığı yüzler birer birer akıp geçiyor zaman nehrinde. Derin bir nefes alıp kendini bırakıoyr buz gibi sulara.
Birlikte yola çıktığı yüzler devam edip giderken o kenara almış kendini. Durmuş, bir ateş yakmış, biraz soluklanmış ve sonra tekrar yola koyulmuş arkadan gelenlerle. Bir müddet sonra tekrarlamış aynı döngü kendisini. Sızı o zamanlar hissedilmemiş zira başka düşüncelerle geçiştirilmiş acılar. Oysa durup geriye baktığında şimdi içi sızlıyor tamamlanmamışlık hissiyle. Devam edip gidenler bir yerlere geldiğinde onun gölgesi gerilerde kalmış.
Bu bir seçim...

Sunday, May 21, 2006

Kaybedilen Bir Savaşın Ardından

Uzun uzak imparatorluğun uzak diyarlarından birinde güneş yüce dağların ardında batıp giderken, meydan muharebelerinden biri daha kaybediliyor uzun uzak ordular tarafından. Kendisi savaşa katılamadı ordunun başında. Uzaktan yönetmeye çalıştı ve ancak bu kadar olabildi. Şimdi bükülmez bir iradeyle izliyor her bir askerinin bir bir katledildiğini. Haberlerini alıyor oluk oluk akan kanlarının. İçinde birşeyler göçüp gidiyor sessiz ve derinden. Biliyor ki parça parça ölüyor. Darbe üstüne darbe alsa da Uzun Uzak Adam son zamanlarda, sürünse de çamur ve kan içinde, ağzını açıp da yardım dilenmiyor yıllar önce sırt çevirdiği düşmanlarından.
Güneş batıyor, ordu dağılmak, tükenmek üzere. Bu defa sırtından hançerlenmedi ama bekliyordu böylesi bir yenilgiyi. Zaman uyarmıştı onu evvelden. Ona karşı koyamayacağını bilmeliydi ve biliyordu da. Biliyordu ya yine de sesini çıkarmadı. Sürdü askerlerini ölüme.
Umut güneşi bir kez daha battı uzun uzak imparatorluğun uzak diyarlarındaki yüce dağların ardında, bir savaşın ardından tüten dumanları katran karası karanlıkta boğarak. Geriye sadece geniz yakan acı bir koku kaldı ve Uzun Uzak Adam'ın yüreğinden akan ılık kan nehri...

Sunday, May 14, 2006

"Tahammül" dağının etekleri

...saraylar, ...bahçeler
İlkel bir sahiplenme hissiyle sarfedilen "biz"ler.
Böyle bir çoşku ve böylesine anlamsızca yaklaşımlar iç kaldırmasın da ne yapsın!
Ait değilsin buralara, usulca dön arkanı ve bu sessiz dağın zirvesinde bir yerlerde kaybol...

Wednesday, May 03, 2006

Geçmiş...gelecek...

Uzun uzak uzanıp giden gelecek günlerin gölgesinde yaşanan günlerden bugün, yeniden dansa başlıyor kelimeler havada uçuşan duygularla. Geleceğin gölgesine yerleşen yağmur bulutları teker teker salıyor sessiz damlacıkları yeryüzüne bugünün. Geçmiş yetişmeye çalışıyor kendine yüz vermeyen bugüne aksayan adımlarıyla.
Uzun uzak adam, geleceğin gölgesinde uzanmış tadını çıkarıyor bugünün, yağmurlarla ıslanan çimenlerin üzerinde. Toprak kokusu göğe yükselirken sessizlik yerini yoğun düşüncelere bırakıyor.
Geçmiş düşünceleri oluşturmuş ve hiç var olmamışçasına geride kalmış.
Gelecek düşünceleri oluşturmuş ve zaten hiç varolmamış.
Bugün ise damla damla akıp gidiyor.
Elimizdeki "an" ise düşündükçe yitirdiğimiz bir hazine.
Uzun uzak adam, geleceğin gölgesinde anın tadını çıkardıkça varolduğunu hissederek uzanıyor, yüzünde garip bir tebessümle...

Monday, April 17, 2006

45 -

Bir başka 45lik başladı...
5,5 gitti...
Kaldı 39,5 ve akıyor kumlar tek tek...

Sunday, April 09, 2006

Neredesin?

Öyle bir dev uyuyor ki içimde. Uyandırılsa, dünyaları oynatacak yerinden. Oysa gelen yok umut diyarlarından. Herkes gidiyor bir bir.
Elim her defasında uzandığında telefona, ayrı bir hezeyan oluyor. Öyle bir ağırlık ki bu bendek,i kimse tartamaz onu. Yüreğim her geçen gün daha da ağırlaşıyor ve beni de beraberinde götürüyor.
Vücut sıcaklığı düşüyor devin, taşlaşıyor uykusunda. Gün gelecek birileri uykusunda taşlaşan devin mağarasını müzeye çevirecek. Çocuklar annelerinin elinde tutup getirip parmaklarıyla gösterecekler:
- Bak anne dev diye birşey varmış.
Gerçekten de bir dev var. Çok zaman önce uyanıp çok zaman önce uykuya dalan ve henüz uyandırılmayan. Aslında uykusu da hafiftir ancak mağarası derinlerde olsa gerek ki ne gelen var ne giden.
Bir şafaktan bir şafağa...
Yalnızım,
Üşüyorum,
Ağlamak istiyorum...
Yapamıyorum, uyumak istiyorum ve her geçen gün inancımı bulacağıma olan inancımı yitirerek uykumda ölüyorum bu sahte renkler dünyasının garip hengamesi içinde...
yapayalnızlaşarak mağaramda titreyerek, üşüyerek.
Yalnızım,
Üşüyorum...
Yitiyorum...
Gidiyorum...
Neredesin?

Sunday, April 02, 2006

30

Ve günlerden hiçbirgün, eve geliyorum yorgun, bitap. Hiçbir beklentim yok, kapıyı açıyorum, beni bekleyen hiçbirşey de yok. Yavaş yavaş son yaklaşırken hayat, beklentilerimden uzaklaşmış, çevreme yabancılaşmış ve yalnızlaşmış yarı tanrı şeklinde giriyorum sıcak suyun altına. Tüylerim diken diken oluyor önce, sonra alışıyorum. Duştan çıkıyorum ve artık yazmıyorum...

Monday, March 20, 2006

Gündüz Düşü

Dosyanız iade edildi. 06.06.2666
Dosyanızdaki evrak eskiklikleri nedeniyle dosyanız hayatınız ilişiğinde iade edilmiştir. Lütfen gerekli eksiklikleri tamamlayıp kurumumuz nezdinde yeniden başvuruda bulununuz. Ve unutmayınız ki hayatınız asla ve asla eksik evrakları tamamlamaya yetecek kadar uzun olmayacaktır. Bu nedenle hiç boşuna çabalamayın.
Yağmurla ıslanan bomboş sokaklarda, gözlerimde yaş kalbimde sızı gezinirken asla alışamayacağımı hep bilerek ama sevginle yaşamayı göze alarak dolandım yine yeniden. Unutamadım seni, unutmak istemedim, unutmayacağım da! Yıllar ikimizden de götürürken bu sevgili adamcağız toprak altında yatıyor şimdi. Unutmanın hiç kolay olmadığı ve hüznün daim olduğu bu iki odalı cenaze evinde otururken, araba geliyor. Ayağı kırık adam önde oturuyor. Arkada ise ayağını boylu boyunca uzatmış kadın yeni sevgilisi ile oturuyor. Arkamı dönüp çoktan ağzını yüzünü kıracağım ama tek arzum mutlu olman. mmmmm....
Çok geçmeden akşam yemeği davetine icabet edeceğim, bu devrik cümlenin öznesi olan ben, anlatım bozukluğunun sebebi olan ama kendisi ortada senin. Aslında arkadaşlarımla yiyor olacağım ama hörgüçten mi yiyeceğim çölde 20 yüzyıldır rahat yüzü görmeyen tutankamon misali. Yüce dağlar duman oldu! Belli ki gittiğin yerden kara haber var. Ya kara trene ne demeli? O da zaten boynu bükük saf karanlık kurbanlarından.
Dağlar...dağlar...Ankara, iç anadolu bölgemizin nadide bir ilidir. Öyledir öyle olmasına da hiçbir binası, en yüksek olanı bile deniz görmüyorsa ve ben bunu biliyorsam, sen bunu biliyorsan ve beni tanıyorsan ve o bunu biliyorsa ve bizi tanımıyorsa, ben onun umurunda olmam, sen de onun umurunda olmazsın. Sonuçta ben bir tarafa giderim sen öte tarafa, gözlerinde yaş kalbinde sızı ta ki sızını giderip beni unutana kadar.Zaten o gün daha fazla düşünecek birşeyi kalmaz. O seni tanırsa, ben onu tanırsam ve sen benim umurumda olmazsan.........
Dosyanın kabul edildiğini görmek kimin umurunda zaten! Dosyayı alıp kafalarına fırlatırken, fiktif değerlerin peşinde koşanlara kıçımla gülüyorum, bir taraftan da yüreğimle sarsıla sarsıla ağlıyorum. Bu kadar kör olmak niye diye! Kısır döngüye girmeden çıkalım bu işin işinden.
Başvurumu geri çekiyorum. 06.07.2666

Wednesday, March 08, 2006

FIRTINA!

Uzak gözlerce farkedilmedi başlarda öfke fırtınası.
Gökyüzü açık maviden koyu laciverte dönüşürken sessiz ve derinden, gözler uzak kaldı olan bitene. Sadece seçilmiş bazıları hissetti ta yüreğinin derinliklerinde yaklaşan fırtınayı. Denize on metre mesafede kumsalı kucaklayan çimlerin üzerinde dikiliyor, gözlüyordu. Yüreğinin ritmik atışları, rüzgarın uğultusuyla bir olup uzak diyarlara göç etmeye başlayalı çok olmadı ki geçmişten yankılanan diyaloglar kulaklarında çınladı:
Şehir denen vahşi ormanın göklere yükselen beton ağaçlarından birine yuva yapmıştı medeniyet denen ucubenin, hilkat garibesi çocukları:
Şirketler.
Hücrelerini oluşturan insancıklar ofislerine kapanmış, bazen kavrayamadıkları bazen ucundan yakaladıkları garip hissiyatlar içinde, günde üç öğün yemeklerinin kendilerine bahşedilmesi için garip bir halsizlikle çalışıyorlardı. Kahramanımız uzun uzak adamın parmakları o sabah da klavyenin tuşları ile dans etmeye başlamıştı. O günkü programına şöyle bir göz attı. Göz atarken, düşünceleri uzaklara fırlattı; geri gelene kadar düşünceleri, gözleri anlamsız gezindi ajandanın sayfaları üzerinde.
Ve derken uğursuz telefon her zamanki kayıtsız tonu ile çaldı...çaldı...çaldı...Gök gürültüsü derinden ulaştı kulaklara ilk evvela ve sonra boşaldı sarsılarak tüm haşmetiyle yeryüzüne. Çalan telefonun ahizesini kaldırırken uzun uzak adam, kıstırılmış medeniyet ormanında, hasretle kavuşan yağmur ve yeryüzünün tatlı kokusunu hissetti içinde bir yerlerde:
- Alo?
Karşıdaki ses yabancı bir dünyadan gelircesine o günkü işlere dair konuştu da konuştu...
-hı hı...
Onayladı Uzun uzak adam.
-hı hı...
Sonra bu ses yetinmedi istekleriyle telefonun ucunda, çağırdı onu yanına. Yağmurla yetinmemişti tanrılar, fırtınayı çağırıyorlardı.Usulca kalktı masasından. Yüzyıllar sonra yerinden kımıldayan yüce dağlar misali, dev adımlarla ilerledi kaçınılmaz sona doğru. Odanın kapısından girdi, uzun uzak bakışlarla. Oturmasını söyledi buyurgan ses her zamanki tonla.Oturdu.konuşmaya başladı her zamanki hoşnutsuz sorgulayan tonda. Dakikalar geçti. Fırtına yaklaşıyordu.
Bulutlar ilk yağmuru boşaltmışlardı boşaltmasına ama asıl fırtına geriden geliyordu usul usul. Ses konuşmaya devam etti. Son yağmur damlası uzun uzak adamın yüreğine düşüverdi ansızın. Şimşekler ardı ardına çaktı. Ne yüce ağaçlar kaldı ne altına sığınan zavallı insancıklar. Ardı ardına sarsıldı medeniyet denen ucubenin hilkat garibesi çocukları ve onun içine sığınmaya çalışanlar. Sandalyeyi bir tarafa fırlattı, masanın üzerinden saçılan kağıtlar korku içinde büyüyen göz bebeklerinde yansımasını buldu biraz önce buyuran sesin sahibinde. Korku ateşi, öfke fırtınasının yıldırımıyla alev aldı birden. Küle çevirdi her zamanki hoşnutsuz sesiyle sorgulayan ruhu bir kalemde. Derken çığlıklar sardı dört bir yanı. İnsancıklar koşuşturmaya başladılar. Medeniyet adını verdikleri komik kölelik düzenini bir "DÜZEN" çıkmıştı o fırtına sabahında. Gelmişti öfke fırtınası, yıllardır uyuklayarak geçirilen yaşamları ve salaklık mertebesinde yer tutan saf insacıkları yok ederek;önüne çıkanı şimşek bakışlarla kör ederek! Derken, şaşkınlık getiren öfkenin yıkıcı gücü savurdu uzun uzak adamı vahşi ormanın pencerelerinden dışarı rüzgarda salınan çiçek tohumları misali.
Fırtına geldiği gibi gitti o anda. Ebedi sessizlik aldı fırtına sonrası yerini sahnede. Okyanus sessiz ve durgundu çılgın öfke fırtına sonrası.
Ölümün tebessümü gözlerinden hızla geldi, geçti.

Monday, February 27, 2006

Asla...

Bu asla kazanamayacağımız bir savaş...
Kazanamayacağımız bir savaşta hayatta kaldığımız her günü kar sayarak yaşamaksa tek kazancımız, böylesine kara bir tablo içinde, "bilinç", "farkındalık" neye yarar sorarım size?
Farkında olanlarla olmayanlar arasında hiçbir fark yok, sadece acının neden kaynakladığını anlıyor bazıları, bazılarıysa bilinçsizce debeleniyor. Bizler birşeyleri gördüğümüz iddiasıyla kendimizi avuturken, hiçbir şeyin farkında olmayan sadece düzene "bilinçsizce" uydukları için mutlu mesut yaşıyorlar. Ve ben - biz her geçen gün kaybediyoruz. Biraz daha geriye biraz daha geriye.
Dostum Burçin, dün şakayla karışık "ben de karanlık tarafı seçeceğim kandırıyorlar bizi" dedi. Aslında ne karanlık var ne aydınlık . Herşey alaca, herşey birbirinin içinde. Sadece insanoğlunun zavallı düşünce sistemi bütünü parçalara bölüp anlamlandırmaya çalışıyor. Ama bunu yaparken siyah beyaz, o ya da bu şekilde çok net ayrımlar yapmaya gidiyor...
Başım ağrıyor...
İçim sıkılıyor...
Geri gidiyoruz.
Bu asla kazanamayacağımız bir savaş...
Etrafınıza bakın ve görün!!!!!

Sunday, February 19, 2006

Savaş

Bugün uzun zamandır var olan ama kendini ilk defa bu kadar yoğun hissettiren bir duygu ile başbaşa kaldı uzun uzak adam.
"SIKIŞMIŞLIK".
Yalnız kalışının ve kendini yık(a)mayan acısının bilmem kaçıncı yılında boğaz köprüsünden geçerken, o uçsuz bucaksız marmara denizinin üstünde oyuncak misali salınan gemileri izlerken, sıkışmışlık hissi gelip oturdu yüreğine ansızın ve davet edilmeyi beklemeksizin. Daha sonra kulağına gelen "ne olur sen de alıp başını gitme" melodileri arasında düşünmeye ve yalnız yolculuğuna devam etmeye koyuldu uzun uzak adam.
Hava alabildiğine taze ve açıktı, gençti(ler), gelecek onundu/onlarındı; gel gör ki çırpınışları içinde "an"ı yitiriyordu(lar). İşte bu: sıkışmışlık ve çaresizlikti. Neden böylesine umutsuz ve çaresiz hissetiğine gelince uzun uzak adamın, cevap her defasında puslu ve derine bakan gözler oluyordu. İşte böyle başlar uzun uzak adamın sıkışmışlık hikayesi.Aslında başladığı kadar hızlı da biter. Başlangıç ve bitiş arasında her zaman "an" kadar kısa biz zaman dilimi vardır. Vardır var olmasına ya, ancak bittikten sonra böyle olduğu anlaşılır. Bitene kadar, mücadele kıyasıya sürer gider. İşte o pazar günü Uzun uzak adam da denizi düşündü sonsuz olan, sıcak duyguları düşündü kendisini terk eden, beklentilerini düşündü acıyı beraberinde getiren, huzuru düşündü beklentilerin gelişiyle geçip giden, benliğini düşündü hep peşinden koştuğu...düşündü, düşündü, düşündü. Otobüs her durakta durarak ilerledi, her durakta başka bir yolcu bindi, indi. Kimilerinin yüzünde tebessüm, kimilerinin yüzünde boşluk kimilerinde endişe. Derken Uzun uzak adamın durağı geldi. Paltosunu, çantasını aldı; düğmeye bastı; düşüncelerini, baharda bir çiçeğin polenlerini gökyüzüne saçması, gibi sonsuzluğa salarak indi otobüsten. Sıkışmışlık hissi sürdü. Sürdü sürmesine de soruları taşıdı beraberinde. Savaş alanında trampetler çaldı. Her bir asker gözlerinde ateş, yüreklerinde öfke, anılarında ve umutlarında huzurun arayışı içinde mertçe dikildi savaşı bekleyerek. Sonra... sonra savaş başladı. Başladığı gibi de bitti. Neden sonra çözümü bulmak için uzun uzak adam yazmak ve paylaşmak istedi. Kaçışın, belki de ve gerçekten de özgürce (özgür kelimesi sırf öznel nedenlerden itici gelmektedir artık uzun uzak adama ancak bu başka bir hikayedir ve sonra anlatılır.) gezmek olmadığını düşündü. Yaşamını temellendiren düşüncelerinde sınırsız olmaktı özgürlük ve bunu yapmak için şehir dışı turları düzenlemek, insanlardan kaçmak gerekmiyordu. Sırf da bu nedenle insanlar arasında yalnızdı, uzun uzaktı. Kendi benliğine yaptığı gezilerde, yüzüne ve fiziksel varlığına atadığı elçi görevini iyi yapıyor ve çevreye gülücükler saçıyordu oysa O çoktan yalnız dehlizlerinin karanlık koridorlarında yitmiş gitmiş oluyordu. Bunu farkeder farketmez ferahladı adımları. Adımları hızlandı, sorularına devam etti, cevaplarının sorularına...
O yürüdükçe çevresindeki kalabalık açıldı, boğulmuşluk hissi yerini serin rüzgarlara, yakıcı güneş sonbahar yağmurunun tatlı dokunuşlarına bıraktı. Çaresizlik: köşe başında şefkat bekleyen, gözleri "sev beni" diye yalvaran çocuktu. Sıkışmışlık: onun yanı başında geceden kalma sarhoşluğunu atmak için sürekli kusan ama artık kusacak birşeyi kalmadığı halde böğüren, böğürdükçe kendinden nefret eden ve ağlamak isteyen; ağladıkça kendinden kaçan orta yaşlarında bir adamdı. Uzun uzak adam yanlarından geçerken gökyüzündeki kara bulutlar saldı gözyaşlarını, yağmurlarla birlikte şefkat dolu elleri uzun uzak adamın kucakladı köşe başındaki çocuğu. El ele yürüdüler "huzur"la. Huzur: önden giden, yol gösteren, öngörü sahibi, cevaplarının sorularını bulmuş bilge adamdı. Onlar yürüyüp gittikçe arkadan yakıcı güneş geldi yeniden. Sıkışmışlık, terlemeye devam etti böğürdükçe, ağladıkça, kendinden kaçmak istedikçe. Kısır döngü boğazına yapıştı, nefes alamadı, ölmek istedi, gıptayla baktı geçip giden zamanın ardından.Uzun uzak adam böylece eve vardı. Elçiyi azat etti. "Savaş bitti" dedi..."En azından şimdilik"...

Saturday, February 11, 2006

İZ BIRAKMADAN...

Dişlerim çürüyor.
Orada, halının üzerinde, öylece uzanmış yatıyorum. Reklamlar başlıyor.
-Krediniz mi bitti? Canınız mı çekti? Hemen alın hiç düşünmeyin.
Düşünüyorum. Yattığım yerden, halının üzerinden, yarı kapalı perdenin kenarından karşıdaki binayı görüyorum. içinde bulunduğum durumdan, 2006 yılında halının üstünde yatan benden, alıp götürüyor beni geçmişe. Bina her ne kadar geçtiğimiz yıllarda yapılmışsa da bana eskileri, daha var olmadığım günleri hayal ettiriyor. Yapım yılını tam olarak bilmemekle birlikte 1970'lerde çekilmiş demek istediğim bir filmin görüntüleri geliyor gözümün önüne ve yardımcı oyunculardan bir tanesinin fiziksel varlığına büründüğümü düşünmeye başlıyorum. Birden bıyıklarım oluşuveriyor sarı sarı, omuzlarım genişliyor, boyum kısalıyor. Sonra ne hissedeceğimi bilemiyorum çünkü aslında hiçbir şey gerçek değil. Hayalden ibaret herşey. Yankılanıyor sözcükler düşün duvarlarıma çarpıp:
- Krediniz mi bitti? Canınız mı çekti? Hemen alın... hiç düşünmeyin.
Olmayan bir paraya dayanan aslında hiç olmayan bir krediyi hiç düşünmeden alarak hayallere dayanan bir dünya kuran zavallı halı insanları, an gelip gerçekle yüzleştiklerinde (aslında hiç paraları olmadığını, paranın güce denk sayıldığı bu dünyada aslında hiç güçleri olmadığını öğrendiklerinde), reklamlardaki o sırıtkan ses acaba çıkıp da:- Hiç üzülmeyin, bu parayı ödemeseniz de olur! Para da neymiş canım. Canınız mı çekti? Devam edin alışverişe biz icra memurunu ve bu zavallı düzeni oyalarız.diyecek mi? Dişlerimin çürüdüğü şu günlerde çürüklerin her an minik minik arttığını hissedip de doktora gitmiyorsam eğer çürüklerin artmasını dolaylı yoldan da olsa istiyorum demek mümkün müdür acaba diye düşünürken ben, halının üstünde, paranın güce denk olduğunu ama asla eşit olmadığını bildiğim bu dünyada halı insanlardan olmadığım için mutluyum.
Nedir halı insan, bu da nereden çıktı diye soracak oluyorum kendi kendime:
- Halı üstünde yatarken hayaller kurup, sonra da kurduğu hayallerin peşine takılarak halı üstünde uzandığını unutarak zaman içinde yitip giden insanlardır halı insanlar. Uyanma günü gelip çattığında, aslolan gerçeklere uyanamayan, uyansa da kendisiyle üzerinde yattıkları halının arasındaki farkın ayırdına varamayan, suratlarındaki garip uyuşmuşluk ve düzülmüşlük hissiyle aynaya baktıklarında gerçekleri sırtlanamayacak kadar korkak insanlardır halı insanlar.
Cevabı dökülüverdi düşün pınarımın dudak çeşmesinden. İz bırakmadan yitip giden onlarca insanın, arayanı soranı yok mu ki? Radyodan kulaklarıma süzülen nağmeler herşeyin bir ilüzyon olduğunu söylüyor. Kelimeler arasında boğuluyor gibi oluyorum. Neden ilüzyon da halüsinasyon değil? Ya da neden denk de eşit değil. Herşey yaşamı daha zor kılmak için mi? Eğer zor olan hayatı kolaylaştırma çabamız olmasa herşey daha mı güzel olurdu? Ya da soruyu şöyle mi sormalı: İşler şimdikinden daha kötü olabilir miydi? Düşünce nehrinde rafting yapmaya başlayalı, takım arkadaşlarımı, küreklerimi,kaskımı ve diğer herşeyimi kaybettim. Geriye azgın nehir, ben ve kayalar kaldı. Çabalıyorum, olan biteni anlamaya çalışırken keskin manevralar yapıyorum, deliliğin dağlarından akıp gelen bu buz gibi su bazen kanımı donduracak gibi oluyor. Sus diyorum düşüncelerime bağıra bağıra. Mideme usuldan bir ağrı giriyor, kafam bulanıyor, deliliğin o soğuk sırıtışı üzerimde gezdirdiği milyonlarca minik elini bulduğu her fırsatta içime içime sokuyor. Donuyorum, deliriyorum, üzülüyorum, çıldırıyorum.Halı insanlardan yardım istemek değil amacım, zaten onlardan yardım istemek için çok geç olduğunu düşünüyorum. Yine de diyorum acaba hala bir umut var mıdır onları uyutan düşman ordusunun acımasız askerlerini alt edebilmek için. Savaş çığlıkları ve silah sesleri hala kulaklarımda:
- Krediniz mi bitti....
- En güzel sizsiniz!!! işte bu nedenle en iyisine layıksınız!
- Ayrıcalıklı olmak mı istiyorsunuz...
- Hayatınızın fırsatı!
- Herşey yarı fiyatına..
- Sadece ve sadece sizin olmalı, size özel olmalı...
Ve sürüp gidiyor bu mesajlar her yerde. Birden uykum gelmeye başlıyor, halının üstünde. Düşüncelerim bulanıklaşıyor. Bir anlamda da keskinleşiyor. Yeni bir soru işareti uyanıveriyor. Her yerden saldırılar devam ediyor. Boynuma bir ağrı giriveriyor.Kulaklarım çınlıyor. Nefesim daralıyor. Hiçbirşeyin gerçek olmadığını anladıkları anda gerçeklerin ağırlığı altında ezilen insanları düşünmeye başlamışken, "gerçek" dediğim ne oluyor ki? Kabul gören herşeyin ötesine geçip bunların gerçek olmadığını iddia ederek, tanrı kararlılığı ve yalnızlığıyla, ne kadar devam edebilirim? Bu kararlılığımı ne kadar sürdürebilirim. Yoksa gerçeklerim gerçek değil mi? İz bırakmadan yitip gidiyorum çıldırarak bu yalnızlık içinde, gerçeğe ilişkin soru(n)larımla sorgulamayan halı insanlar içinde halının üstünde uzanarak.

Saturday, February 04, 2006

Gidiyorum

- Yoruldum, gideceğim buralardan... Bu sefer gidersem tam gideceğim, kimbilir belki de hiç gelmem bu defa.

Vezirin fili öldü, vezir de öldü. Artık onlar toprak altındalar. Yerin dört kat dibinde huzur bulamadıkları bu dünyadan uzak öylesine yatarlarken; ben, Yusuf'un köprüsünden geçtim usulca. Hayatı korkunun gölgesinde geçmiş insanların, bir nebze huzur bulmak ve belki de sevap kazanmak için, korkudan uzak ama başka kaygılara yakın olan diğerlerine yaptırdığı, bu uzak şehrin azgın nehri üzerinde uzanan küçük köprüden geçtim. Şimdi ise bir eve misafir olmak üzere yolculuğuma devam ediyorum. Şehir kara yenik düşeli dört gün geçti. Her dakikası ve saniyesi ile tam dört gün. Giderken, geçerken beni de götürdü ve benimle birçok şeyi de beraberinde.

Bir gece ansızın çıkıveriyorum evden. Adımlarım peşi sıra geliyor sıcaklığım. Önce evi, sonra sokakları terkediyorum bir bir. Sanki kendimden uzaklaşıyorum adım adım. Karanlıkta bir alev parlıyor, bir nefes çekiyor uzun uzak bir siluet ince sarılmış purosundan. Bir nefes daha çekiyor hayattan, bir başkasını salıverdikten hemen iki saniye sonra. Havada asılı kalan kar taneleri misali hafif hissediyor kendisini. Sessiz yağan kara yenik düşen eski bir dostu hatırlıyor şimdi karlar altında kalan. Bir nefes daha çekiyor derinlere derinlere. Ve dalıyor daha derinlere...

Konuk olmak üzere geldiği evin sahipleri kimler, kendisini neler bekliyor ve ne sıfatla konuk oluyor bu eve kendi de bilmiyor. Hoş bilse gelir miydi onu da bilmiyor. Yavaşça soyunmaya başlarken soğuk içine işliyor. Elleri zaten soğuktan pembeleşmeye başlamıştı, şimdi yavaş yavaş açıkta kalan boynu kızarmaya başlıyor ve derken kolları, bacakları ve çırılçıplak kalıveriyor dondurucu soğuğun acımasız eleştirileri karşısında. Biliyor ki artık büzülse de nafile, yine de büzülüyor.
Soğuk ve sıcak: yıllar önce tek yumurta ikizi doğmuşlar, uzun uzak diyarların kara kalpli hükümdarı vermiş emri:

-Ayırın.

Ayrılmışlar bir daha bir araya gelmemecesine. Öyle yetiştirilmişler ki: birbirlerinin isimlerini duydular mı daha da uzaklaşmışlar arkalarına bile bakmadan. Oysa öylesine aynıymış ki mizaçları; ne kadar uzaklaşsalar ne kadar kaçsalar hep aynı yolları kullanmışlar istemeden.

Şimdi o, büzüldükçe titreyerek soğuktan, garip bir sıcaklık hissediyor içinde bir yerlerde. Gözlerini aralıyor, kızıl, kıpkızıl bir çift göz beliriyor, gülümsüyor ona usulca dolgun dudaklar, fısıldıyor derinden:

- Gel.

Gidiyor misafir olacağı eve. O ev ki tüm ışıkları yanıyor, yeni gelenin şerefine. Oysa ondan geriye kalan değiştirdiği kabuk. Bir bere, bir kazak, pantolon, çoraplar, ayak izleri, büzülmüş bir beden soğuktan kıpkızıl. Şiddetli bir kar fırtınası geliveriyor sorgusuz ve aldırış etmeden yerde yatan bedene. Arıyor sanki birşeylerin sıcaklığını. Fakat geldiği hızla, bulamadan gidiyor.

Gitti...kimbilir belki de hiç gelmez bu defa!

Sunday, January 29, 2006

Sessiz Kar

Vicdan, gözler, yürek, yalnızlık, adalet, öfke, aşk, keder...

Derken, sessiz bir günde göz alabildiğine uzanan karlar üstünde adımlarımın çıkardığı sesler eşliğinde yürüyorum. Kaynağından çıkan damlalar nehir olup akıyor aşağılara, çağladıkça çağlıyor kar suyu ile ve alev alev yanan yüreğime dökülüveriyor. Buz gibi suların kor gibi yanan yüreğime döküldüğünde çıkardığı sesler, kar üzerinde adımların çıkardığı seslere karışıyor ve yalnızlık üzerine yazılmış en hüzünlü senfoni başlıyor o anda. Geçmişe dönüyorum ışık hızıyla ve o anları bir kez daha bir kez daha yaşıyorum. Sonra "geçmiş ve bugün gel-git"'i ışık hızıyla yaşanmaya başlıyor. Anılara gidip geldikçe bir bir, duyguların karmaşası da artıveriyor. Önce Sevgiyle doluyor yüreğim özlemle karışık sonra nefret kefenine bürünüyor sanki öfkesi hiç dinmeyecekmişçesine.
Karlar içinde yürümeye devam ediyorum. Etraf alabildiğine beyaz örtüyle kaplı, öyle ki gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Kulaklarım uğulduyor. Geriye dönüp bakıyorum, derin karda ayak izlerim yeni yeni başlayan karla usul usul kapanıyor. Yüreğime neden kar yağmıyor? Neden zaman artık beni benden alıp götürmüyor ve mevsimler değişmiyor? Yapraklar yeniden yeşermiyor ve eski yaralar bir bir kapanmıyor? Kimbilir, belki de "neden" sorusunu durup durup sorduğumdan. Yürümeye devam ediyorum beyaz ötrünün üzerinde, tıpkı bulutlarla kaplı uçsuz bucaksız gökyüzü imparatorluğunun üzerinde yalnız ve sessiz seyreden dev gövdeli uçaklar misali. Usuldan başlayan kar şiddetini artırıyor. Işıktan kısılan göz kapaklarını daha da kısmak zorunda kalıyorum. Oracığa kıvrılmak geliyor içimden. Ne de olsa içim yanıyor geçmişin gönül ateşime attığı koca koca odunlar sayesinde. Duruyorum. Daha yürümediğim yola şöyle bir göz atıyorum. En az geldiğim yol kadar belirsiz ve ondan kat kat daha ayak basılmamış. Yaşananlar ve geçmişin ayak izleri geleceğe yürümekten alıkoyuyor mu beni? Yeminler ediyor ve büyük konuşuyor muyum? Hayır... Sadece artık üşeniyorum belki de. Bu uçsuz bucaksız kar bitmeyecek, bu mevsim geçmeyecek ve ben hep yürümekten ama bu iklimden kurtulamamaktan harap ve bitap düşeceğim belki de. İŞte bu nedenle suracığa kıvrılmak istiyorum hemen, son adımı attığım yere doğru, sırt üstü. Sadece gökyüzünü görerek ve içimdeki erimeyi ve yalnızlığı hissederek. Kah kızarak kah severek kah acıyarak. Sonra? Sonrası malum, yanan kalenin etrafına ördüğüm buz duvarlar daha da daralacak ateşimi söndürecek. Ancak bu olana kadar ben zaten içten içe yanmış, kurumuş olacağım. Sonra yeni tohumlar yeşermeden buz imparatorluğu benliğimi esir alacak ve sırt üstü uzandığım, gökyüzünü seyre daldığım bu yer "altın yürekli" adamın ebedi istirahatgahı olacak. Gözlerim göğe bakar görünecek ama hep içten içe kendini seyrediyor olacak. Birileri gelip örtecek kapaklarını usuldan fakat onlar içe bakmaya devam edecek kimseciklere hissettirmeden aşkla, aşkına olan kederle, öfkeyle, hasretle...
Yalnızlık hissinden kurtulmak için yarıyorum bağrımı, kurtulayım artık bu öfkeden, bu kederden, aşktan diye. Sonra farkediyorum ki boşa değil bu uçsuz bucaksız karlar içinde yürümem, bu sessizlik içine gömülmem. Herşey etrafa saçılıyor, dönüp bakacak kimse yok etrafta. Saflığın simgesi varsayılan karın beyazı kanın en koyu kırmızısı ile sulanıyor. Kar emiyor kırmızıyı ve bir adım daha atıyorum düşmeden önce. Bir dost nefesi arayışı içinde dizlerimin üstüne çöküyorum. Kar hızını artırıyor, tipiye dönüşüyor, umudumu alıp götürüyor. Artık ne dost nefesi ulaşır bana ne de sevgilinin sıcak tebessümü yıllar önce yitirdiğim. Duyuyor musunuz? Sesim kısılıyor. Görüyor musunuz? ellerim titriyor. Ateşim sönmeye mi başladı, kar içeri yağıyor biraz önce açtığım yarıktan. Kimse yok mu? Neden bu kadar hızla söndü ışıklar?...
Vicdansızlık, körlük, yüreksizlik, yalnızlık, adaletsizlik, öfke, aşk, keder....
Ne kaldı değişmeyen?