Wednesday, December 23, 2009

Düşman

Solgun bir gün daha başladı, nefes darlığı çektiğmiz bu hayatta.
100 metre kare evler, 150 metre kare ofisler. Boynumuza geçirilmiş ipler ve tasmalar boğup, nefesimizi kesiyor. İp çok uzun değil.
Ne zaman unutsak varlığını esaretin, özgürlüğün tebessümü gelse yüzümüze, görünmeyen el öyle bir çekiyor ki boynumuzdan, tebessüm yerini acıya ve hırpalanmışlığa bırakıyor.
Renkli ekranlardan uyutmaca görüntüler süzülüyor, haberlerde hep korku hep muamma. Kaybolduğumuz şehrin içinden çıkmak mümkün değil. Kurtuluş çabaları arttıkça, bizi bağlayan
zincirlerin ne kadar güçlü ve fakat ne kadar da belirsiz olduğunu, kavranamadığını anlıyoruz. Çığlık atsak, sesimizi duyan yok.
Tutsağız, haberimiz yok.
Farkına varsan, unutturuyorlar, adı bazen "sağlık" bazen "hayat meşgalesi" bazen "sevgi" oluyor.
Hafıza desen, bize düşman, "unutmak lütuftur" diyorlar, unutunca da bir daha tepene biniyorlar,
Unutmasan nefes aldırmıyorlar.
Bu bir mengene ki sıkıştıranı çok.
Bu öyle bir düşman ki hem içimizde hem dışımızda ve her yerde.
Ondan çıkış, kurtuluş var mı?
YOK
Dur, hemen heyecanlanma! Ölüp de kurtulmak çözüm olsa, kolay olsa, herkes sıkardı kafasına.
Sinsi düşman, tetiği çekecek parmak ucunda, ona emir gönderecek beynin derinliklerinde.
Habis bir ur gibi içimize sinmiş, yerleşmiş. Kokuşmuş nefesi bizimle birlikte, beşikten kefene. O mermiye ulaşmak için, korkulardan kurtulmak ya da çoktan yaşarken ölmüş olmak gerek, ama bu düşman kollarımızı kesmiş, yerine kolumuz var hissi yaratmış;
Bacaklarımızı kesmiş, her an koşacakmışız gibi bizi diri tutmuş;
Gözlerimizi oymuş, yerine hayal gücünü koymuş;
Kulaklarımızı koparmış, zihnimize fısıldıyor;
Hislerimizi almış, plastik ve düzmece bir sinir sistemi yaratmış;İşkence üstüne işkence, öyle ki artık kurtulmaya giden yoldaki kurşuna ulaşacak irade, o kapkara
bulutun ardında tanrıların katında anahtarsız bir kutuda ve kör kuyunun dibinde yatıyor.
Adın Burcin olmuş... Bahadır olmuş... Fark etmez. Ne kadar tebessüm etsen de çabalasan da
FARK ETMEZ
Volkan'ım ben patlarım desen, ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın der sana sinsi düşman...
Hande'yim ben tebessümle yaklaşırım bu hayata desen,
"âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş"
deyip geçip gider bu kervan yanımızdan...
Vesselam:
İT ÜRÜR KERVAN YÜRÜR.
İt, biz oluyoruz, kervansa yoluna bakıyor.

Tuesday, December 08, 2009

Dolu? Boş?

Olumlu ve yapıcı düşünceye örnek olarak, kişinin bardağın yarısının dolu mu boş mu olduğunu gördüğünü verirler. Peki hangisidir olumlu olan?
Tabii ki "dolu" demeyin...
Sahip olmak, tüketmek öylesine yapışmış ki bu kokuşmuş hayatın üzerine, üretmek hep
köşeye itilmiş. Üretmek için boş yere ihtiyaç vardır.
Zen deyişi der ki:
"Bir çanağı kullanışlı kılan içindeki boşluktur."

Söndürün ışıkları,
Boşaltın zihninizi,
Açın şu hayatın kapılarını,
ben çıkmak istiyorum!

Monday, November 30, 2009

Derin Sular

Derin sular karanlık olur.
Gün yüzü görmemiş binbir türlü canlı yaşar bu sularda.
Basınç yüksek, su soğuk ve yalnızlık dayanılmaz olur.
Görmek için göz yetmez.

Kıssadan hisse? Çıkarana!

Friday, November 20, 2009

Düşünceler, Kelimeler, Vİ, Vİ2, HÇ, BÖ, BT, A

Kelimeler, insanların sınırsız düşünce dünyalarından, iletişimin sınırlı, sorunlu ve eksik dünyasına uzanan yolda elçilerdir. Onlar, kendilerine yüklenen anlamlarla yola çıkar ve dur durak bilmeden yol alırlar. Zaman zaman yol üzerinde tökezlerler; tökezleyince yüklerinin bir kısmını dibi sonu olmayan uçurumlarda yitirip devam ederler. En sonunda kulaktan kulağa oynadığımız bu hayatta birşeyler anlatmaya çalışır dururuz birbirimize. Hoş iletişimde bu anlam kayıpları, aksaklıklar yalnızca elçilerin suçu da değildir. Elçileri dinlemeyenler, elçilerin sözlerini kendi sınırlı algıları doğrultusunda algılayanların bini bir paradır. Kaldı ki, bunu istemeseler bile insanlığın kuralları böyle yazılmıştır. Ne demiş Rumi: "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır." Gel de bu kör dövüşünde, kendini ifade etmeye çalış.

Yazık ki, düşünce dünyaları arasında yapılan yolculuklarda en sık duyduğumuz kelime: "Anlıyorum". Hemen düzeltmeye çalışayım: "anlayışım doğrultusunda anladığımı sanıyorum ki anladıklarımı ifade etmeye çalışsam, sen de anlayışın doğrultusunda, benim anladığımı iddia ettiğim şeyleri anladığını sanacaksın, ama hiçbir zaman ne sen beni tam olarak anlayabileceksin ne de ben seni tam olarak anlayabileceğim."

Peki ya İletişim dünyasına açılan kapıların anahtarlarını değiştirsek, anlayış, kavrayış kabiliyetimizi daha da zorlamış olur muyuz? Küçük bir örnekle bunu ifade etmeye çalışayım: Anlamlı olduğunu düşündüğüm bir cümledeki her kelime yerine bir başkasını koyarak cümleyi başka bir görünüşe büründürüyorum. Aslında sembollerin altında yatan anlam yine aynı kalıyor fakat semboller değiştikçe değişiyor. Bu sembollerin anlam bütünlüğü oluşturmaması halinde sorun yok. Neden derseniz, düşünce dünyası bunları anlamlandırmaya çalışmadan eski halleriyle bunları alışageldiği şekilde kabullenir. Peki ya eskilerinin yerine koyduğum semboller farklı anlamlar ifade ediyorsa ve bu ifadelerle eskileri birbirini tamamlamıyorsa, ortaya çıkan karmaşayı nasıl açıklayacağız. Doğru ve yerinde varsaydığımız herşey alt üst olduğunda kim yardıma koşacak? Örnek cümleyi verirken, orijinal cümleyi vermeden başlıyorum, yani ilk önce değiştirilmiş anlamsız kelimeler bütünü:

"Oyun sakızında gerileyen üzüm salkımları, belki u dönüşüne utanarak geçmişe eğri üzüm salkımı çeviren geleceğin sevgisiyle koşarak duruyoruz; elma sepetindeki kuşkonmazlar sapağı!" (buna "A" diyelim)

Bu cümleyi dört farklı kişiye gösteriyorum ve kelimlere karşılık başka kelimeler koyarak değiştirmelerini istiyorum:

"Zaman akip giderken gerileyen zavalli senler ve benler, belki geçmişine bakmaya utandığından, geleceğine sevgiyle bakıyor bu zavalli senler ve benler; oysa durduğumuz kafası karışık bir kavşak, ne yöne gitsen gelecek artık." (buna "" diyelim)

"Tahta ağızlı ucubik gözlü suratlar, ansizin ziplayarak anirarak ihtiyarlarin yamuk bastonlarına çelme takarak geçmisteki acılarının intikamını alırken; aslında kendi geleceklerini çelmeliyorlardi." (buna "BT" diyelim)

"Üzerimize yapışan hayatta gerileyen insan suretleri olarak, belki geçmişe dönüp bakmaya korktuğumuzdan,köşeyi döndüğümüzde herşey düzelecekmiş gibi, gelecekten medet umarak koşmaya devam ediyoruz." (buna "" diyelim)

Ve son olarak da
"Üzerimize yapışmayan, kenarında itişip kakıştığımız hayat kaçkınları olarak, Belki birini sevince öleceğimizden korktuğumuzdan, köşeyi her döndüğümüzde zehirli bir yılan tarafından düzülecekmiş gibi, karanlıkların içinde koşmaya devam ediyoruz." (buna "" diyelim.)

"Kendini avcıya yakalatan umutsuz balıklar gibi biz de, belki sürüye küstüğümüzden sivri oltanın güneşi gösteren ucunu bir hırsla ısırıp duruyoruz; gerisi aynı hikâye zaten!" (Buna da "Vİ2" diyelim)

Yukarıda karşımıza 6 farklı cümle ve 6 farklı anlam çıkıyor, ama aslında hepsi aynı şeyi (başlangıçta onlara verilmeyen orijinal cümle) söylüyor:
"Hayat yolunda ilerleyen bizler, asla geri dönemeyeceğimizi bilerek, geleceğe doğru bizi yönlendiren geçmişin zoruyla isteksizce yürüyoruz, tıpkı arenadaki gladyatörler gibi." (buna da "ASon" diyelim.)

Nasıl oluyor? Yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi, A cümlesini 4 kişiye verdiğimde, ASon'dan haberleri yoktu. Hiçbir kural konmaksızın, onlardan, kelimeye karşı kelime, düşünce dünyasının her bir elçisine karşılık bir başka elçi seçilmesi istendi. Sonuçta belki çağrışımın perileri yukarıdaki 5 farklı cümleyi oluşturdu. Peki kaos nerede? Aslında tam da şurada: Elçiler itaat etmek için varlarsa, hangi görünüme bürünürse bürünsünler hepsinin altında ASon anlamı yatıyor. Bunlar elçiler değil de efendiler olsalardı o zaman hepsi farklı farklı düşünceler dünyasının Vİ, Vİ2, HÇ, BÖ, BT anlamları olacaklardı ve ASon'a belli bir mesafeden ve iletişim dünyasının kuralları içerisinde bakacaklardı. Kurallardan bihaber üçüncü göz bu dünyaya düştüğünde, kafası karışacak. Ve şayet 6 cümle arasında bir paralellik kurarsa bunu çağrışım perilerine borçlu olacak, ama ne var ki bu periler, acımasız ve cahil kelimeler imparatorluğunda birer tatlı rüzgardan öte bir varlık sergileyemiyorlar.

Anlıyor musun?

Wednesday, November 18, 2009

Geriye kalan

Öldüğümüzde ne kalır geriye? Çırılçıplak soyarlar. Parmağından yüzüğünü, kolundan saatini alırlar. Dilini yutmuşsun yutmamaışsın kimsenin umurunda olmaz. Ancak çenen düşmesin diye üstün körü bağlayıverirler. Kıçına pamuk tıkarlar ki istenmeyen akıntılar olmasın. Göz kapakların kapalı olur. Artık görmek için onlara ihtiyaç da yoktur. Burun deliklerin hala açıktır ama nefes almazsın. Çürüme başlar. Kalın kalın konuşan senden, sıcaklığından ya da sövüp sayan mizacından geriye bilmem kaç kilo et yığını kalmıştır. Ha koyun olmuşsun ha aslan, hiç fark etmez. Ölmeden önce yediğin yemekler sindirilemeden kalırlar öylece içinde. Temizlik, pislik dert olmaz artık. Geriye senden hiçbir şey kalmaz, anılardan başka. Anılar da senin değil geride kalanların canını yakarlar. Zira elle tutamazlar geçmişi, gelecek yaşanmamıştır ve yaşanmayacaktır. Bugün ise çoktan senin için geçmiştir. Geriye hareketsiz bir et yığını, bir yüzük, bir saat ve tonla anı kalmıştır.

Tuesday, November 10, 2009

Onu anlamak ve anmak!

10 Kasım...
Her sene bugün birkez daha düşünüyorum, geçmişten bugüne aktarılan düşünceleri.
Ölümlü insanoğlu göçüp gidiyor, ancak insanı ölümsüz kılan düşünceleri (bu kadar kudretli ise), zamanın ötesine taşıyor.
Bir binanın temelleri yoksa o bina nasıl ayakta kalır? Sorarım size. Eğer bugün bu ülke, bunca hırsıza, yalancıya, yağlı elleriyle ülkenin ırzına geçmeye çalışan domuza, üç kağıtçıya, kendini adam olarak tanıtan içi boş su kabaklarına, gözü dönmüş seviyesizlere, bölücülere, fırsatçılara, içten pazarlıklılara karşı koyabiliyorsa, o ülkenin temeli sağlam atılmış demektir.
Her 10 Kasım’da bu temeli atan, bu temeli oluşturan yüce düşünceyi saygıyla selamlıyorum.
Yukarıda saydığım yıkıcı etkenlerin yanında bir de temelleri içten içe çürütenler var. Nasıl ki duvarı nem yerse, içten içe, işte o yıllardan günümüze kalan düşünceleri de "zavallı düşünce tarzları" içten içe yiyor.
Aptal dost, akıllı düşmandan yeğ değildir.
Kimdir aptal dost?
Onun ortaya koyduğu düşünceleri putlaştıran, yalnızca rozetini yakasına takmakla, tişörtünü giymekle onu andığını ve düşüncelerini savunduğunu sanan ve fakat şekilciliğin ötesine geçemeyen, eleştirinin amacının yıkım değil yapım olduğunu idrak edemeyen, onu put perestlik noktasına taşıyan, fikri - vicdanı hür düşünceyi gerici ve tutucu mutaassıp kesime yaklaştıran ve bunu yaparken bir marifet yaptığını sanandır, aptal dost!

Sözü uzatmaya ne hacet, onu anmaya ve içinde bulunduğumuz karamsar tablodan kurtulmak için çabalamaya ve şekillere hapsolmuş kısır düşüncelerin sınırlarından engin okyanuslara açılmak için çalışmaya devam.

Şimdi aşağıdaki sözleri alt alta koyun ve toplamını birkez daha düşünün:

Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız.

Devrimin amacını kavramış olanlar sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.

Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur.

İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu "ben" kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!

Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”
Mustafa Kemal Atatürk

Thursday, November 05, 2009

5 Kasım 1605 - 2009

Unutma...

Düşünceler kurşun geçirmezdir, ölümsüzdür, duyguları yoktur...

İsimsiz

Zaman durmuş, kara yağmur şakır şakır yağıyor. Gri gözler, sessiz ve derinden, ama ta içine bakıyorlar hayatın. Dizlerinin üstüne çöküyor. Ellerini göğe açıyor. Bu kafese sıkışmışlık hissinin garip ürpertisi içinde titremeye başlıyor. Derinlerden kaynağını alan çığlık ve isyan dalgaları akın akın yükseliyor. Neden, niçin belli değil. Yalnızca isyan, yalnızca kapana kısılmışlık! İçini yarıp çıkmalı artık, karalar karası bu yağmurun içine yığılıp, yardım eli umudu olmadan, son nefesini pislik ve balçık içinde vermek istiyor. Birşeyler onu içten dışa doğru zorluyor. Titremeler, köpürmeler... Bu nefret, bu yalnızlık, bu kapana kısılmışlık, yeter artık! Bu hayat, bu zifir karası, yapışkan pislik artık kendinden arınmalı... Gözlerini kapıyor, göz kapaklarını yalayan soğuk içini ürpertiyor ama gözlerini açmıyor, açmayacak...

Monday, October 26, 2009

Ezop'a selamlar olsun!

Orman kurulalı az bir zaman olmuştu. Aslan kral ormanı kurmak için çok çabalamış lakin yıllar geçtikçe yorulmaya başlamıştı. Her bir orman sakininin sorununu o dinlemek, çözmek zorunda kalıyordu. Sümüklü böcekler, kuşlar, köstebekler, kirpiler, hepsi ona dert yanıyor, sorunları onun çözmesini bekliyorlar, çözümün parçası olmak için çaba göstermiyorlardı. Değil mi ki orman onundu ve değil mi ki tüm ormanın nimetleri onun!!!
Ormanın ilk yıllarında kurt, tilkinin kurnazlığından haberdar, fakat tilkiliğinden haberdar değilken, aslan onları ormanına sakin olarak kabul etmiş. Gelgelelim zaman geçtikçe, tilkinin kurnazlığı ve kibri, ormandaki fısıltılar, kurdu rahatsız etmeye başlamış. Kurt, fısıltıya, kuru kalabalığa pirim vermemiş önceleri. Ancak ne zaman ki bu uğultular yoğunlaşmış, huzursuzluk aslanı rahatsız etmeye başlamış; Ne zaman Kurt görmüş ki, aslanın tahtına kadar uzayacak bu sinsi gidiş, olmadı tahtı kıracak, ormana zarar verecek, o zaman diş göstermeye başlamış kurt, sinsi tilkiye. Gel gelelim arada aslanın koyduğu orman kuralları varmış. Orman kuralları dermiş ki, orman sakinini yemeyeceksin, öldürmeyeceksin.
Aslan birgün kurtla tilkiyi almış karşısına nasihat vermiş:
"Bakın" demiş, "bu işler bu şekilde yürümez. Birinizden birini kırmak, bu ormandan kovmak zorunda bırakmayın beni. Burada herkese yer var. Bu orman geniş, bu orman kabullenici."
Tilki, hiddetlenmiş:
"Bana bu sözleri söylemek neden? İtilen benim, dışlanan benim, yazık değil mi bana?" Hafifçe kurdu ima ederek, ama temkinli: "Asıl beni durduk yere tartaklayanlar geri dursun sizin ormandan." deyivermiş.
Kurt, yavaş yavaş köpürmüş, kudurmuş:
"Bak" demiş, aslana boyun eğerek, tilkiye:
"Ben, kimseye durduk yere kızmadım, kendi halimde sürümle yaşadım gittim. Ne zaman ki senin o tilki kibirin ormana bulaştı, o zaman ben yerimde duramaz oldum!"
Ve o günden sonra and içti kurt:
"Ne zaman ki aslan bu ormanda yasaları değiştirir ya da ormanı terk eder, o gün andım olsun, alacağım yaraya bakmadan dalacağım tilki sürüsüne..."

O gün bugündür, tilkilerle kurtlar hep ayrı yollarda gezdiler. Birlikte büyüyecek orman ailesi ikilikte çoğaldı.

Monday, October 19, 2009

7 çile...

Bu döngü hayatımdır, tıpkı prometheus gibi bir akşamdan bir sabaha, acılarla yenilenerek...

Pazartesi - Tüm umudumu yitirmiş bir vaziyette, uçurumun kenarından sarkıyorum, gücümün tükendiğini hissederek. Aşağıda kollarını açmış bekleyen styx nehri.
Salı - Her yanım uyuşmuş fakat pazartesi ölmediğimi, uçuruma yuvarlanmadığımı görüyorum. Sallanmaya devam.
Çarşamba - Düşmüyorsam, çıkmalıyım. Kendimi yavaş yavaş yukarı çekiyorum. Temiz havaya, özgürlüğe ulaşmak için son bir gayretle kendimi yukarı çekiyorum.
Perşembe - Araftayım.
Cuma - Özgürlüğün serseri ruhu, uçurumdan kurtulmuşluk hissi ile birleşiyor ve sahte bir mutluluk sarıyor her yanımı. O günün sonunu görmek için tırnaklarımla kazıyorum tırmandığım dağın yanaklarını.
Cumartesi - Özgürüm. Sorumsuzca harcanabilecek uzun bir gün, bir gece...
Pazar - Sabahla birlikte hava kararıyor. Özgürlükmüş, serserilikmiş... Hepsi gitmiş, geriye kokuşmuş bir düzenin ayak oyunları ve bu oyunların pis kokusu kalmış. Uçuruma doğru kayıyorum.
Kafamda soru işaretleri.
Bir haftayı daha çıkarabilecek miyim?
Bu defa kendimi uçurumdan salmalı mıyım?

Wednesday, October 07, 2009

Son karşılaşma

Uçsuz bucaksız vadiye sabah sisi çökmüş. Gece yorgun düşen tüm canlılar, sıcak sığınaklarına çekilmiş. Cansız vadi, soluk ve pastel renkleri ile soğuk ve derinden nefes alıp verdikçe gökyüzü titriyor. Bir zamaların taçsız kralı, aslanların soyundan geriye kalan, gözünün feri gitmiş yılgınlıktan kafasını hep önünde taşıyan, gençliğinde yeri göğü inlettiği belli olan büyük kedi, vadiye açılan büyük geçitten sessizce geçiyor; uyuyanları uyandırmaktan korkarak. Neden sonra duruyor. Kafasını kaldırmadan, göz ucuyla bir bakış fırlatıyor donuk ve sessiz vadiye.

Ta uzaklardan bir çıtırtı tüm vadiye virüs gibi yayılıyor. Tedirgin uykusundan uyanan bir kuş havalanıyor. Delicesine, kan kızılı bir sırıtma, vadinin tüm pastelliğini ezerek, tüm sakinliğe tecavüz ederek haykırıyor, "ben buradayım" diye! Ve kesinlikle beladan kaçmıyor, tam tersine, belanın o kör karanlığının üstüne yürüyor. Burası ölüler vadisi ve O, çürümüşlüğün tahayyül edilemez delilik dağlarından ölüler vadisine inmişti.
Bakışları, yoğun sisi yararak geçti. Büyük kedinin acı çeken sessizliğini ensesinden yakaladı. Şimdi geriye, onu da kendi yanına alıp, ezeli kavgaya ölüler vadisinde devam etmek kalıyordu. Sırtlan ve aslan arasındaki kavga birkez daha başlamalıydı, ama önce ölümü tatmak gerekti bu pastel vadide.
Aslan, geldiği kapıya doğru kafasını ağır ağır çevirdi. Kaçmak istiyordu, fakat kapı kapanmıştı. Ölmekse yeniden başlamaktı ve biliyordu ki rakibi durmayacaktı.
Varsın durmasın.
Varsın gelsin.
Varsın olsun.
Varsın ölsün.
Varsın, yoksun!

Tuesday, October 06, 2009

Saçma bir an

Bir ihtimalin gerçekleşmemesi, bir diğerinin gerçekleşeceği anlamına gelmez.
Birşey siyah değilse ille de beyaz demek değildir.
Ya da hayat doğrulardan ve yanlışlardan oluşmamaktadır.
Mükemmel tamamlayıcılık herşeyin bir arada var oluşundan doğuyorsa eğer,
İki ihtimalden birinin gerçekleşmediği her halde diğerinin mutlak gerçekleşmesi zaruriyse,
Bu şartın gerçekleştiği o evren, bu iki ihtimalden oluşuyor demektir.

Thursday, September 10, 2009

SEL

Sadece yağan yağmur değil moralleri bozan!
Yağmur yağış sonrası
- dengesiz konuşan,
- davranan,

"insan" demeye dilimin varmadığı,
"hayvan" desem hayvanlara hakeret sayılacak,
aşağılık yaşam formları...

"İnsanlık" nedir bilmeyen;
"Sorumluluk" alamayan;
"Fırsatçı" anlayışı hayatının odak noktası bilen;
"Koyundur güderiz" olmadı "düzeriz" ama yine de "hep biz güleriz" diyen

"AŞAĞILIK YAŞAM FORMLARI" - bu hayat size fazla, size koyun olup güdülenlere de...

Thursday, September 03, 2009

Plaz(m)a İkilemi ya da Plazmalemma

Birtakım açıklamalar yapmak, içinde bulunduğumuz durumun doğasındandır*:
Plaza: İş merkezi. İspanyolca kökenli olup, şehir merkezi gibi geniş açık kamu alanlarını ifade etmek için kullanılan bir kelime olmakla birlikte Türkçe'de "iş merkezi" karşılığını bulmaktadır. Ve trajedimizin merkezi de işte tam bu noktadır.
Plazma: Kimya ve Fizikte "iyonize olmuş gaz" anlamına gelmektedir. Kendine özgü niteliklere sahip olduğundan, plazma hali maddenin katı, sıvı ve gaz halinden ayrı olarak incelenir. Katı bir cisimde cismi oluşturan moleküllerin hareketi çok azdır,moleküllerin ortalama kinetik enerjisi herhangi bir yöntemle (örneğin ısıtarak) arttırıldığında cisim ilk önce sıvıya sonra da gaza dönüşür, ki gaz fazında elektronlar gayet hızlı hareket ederler. Eğer gaz halinden sonra da ısı verilmeye devam edilirse iyonlaşma başlayabilir, bir elektron çekirdek çekiminden kurtulur ve serbest bir elektron uzayı meydana getirerek maddeye yeni bir form kazandırır. Atomun bir elektronu eksik olacak ve net bir pozitif yüke sahip olacaktır. Yeterince ısıtılmış gaz içinde iyonlaşma defalarca tekrarlanır ve serbest elektron ve iyon bulutları oluşmaya başlar. Fakat bazı atomlar nötr kalmaya devam eder. Oluşan bu iyon, elektron ve nötr atom karışımı, plazma olarak adlandırılır.
Plazmalemma: Hücre zarı ya da hücre membranı, hücrenin dış kısmında bulunan, molekülleri özelliklerine göre hücre içine alan veya dışarı bırakan katmandır.
Dilemma: İkilem
Açıklamaların ardından, bu alakasız kavramların hayata ne şekilde nüfus ettiğini ve görüşümüzü bildirmek zamanıdır. Güneş yükselişini tamamlamış, çöküşe geçmiş gümüş şehrin parlak ve soğuk yüzeyleri üzerinde.
Ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla uyanacak garip bir yaşam formu yaşamını sürdürüyor. Bugüne kadar bilinen hiçbir forma uymuyor. Elle tutulup gözle görülür bir yapısı yok çünkü. Tamamıyla suni tamamıyla sahte ve soyutlanmış ama aynı zamanda da hayatın içinde. İkilem boynuzunun uçlarından şehri izliyorum batan güneşin kasvetli akşam karanlığında, kararlılıktan uzak...
Adeta robotlaşmışçasına geziniyorlar ortalıkta. Düşünce düğmeleri kapatılmış. Boyunlarında kimlik kartları. Kırmızı, mavi, yeşil ve bir sürü değişik renklerde boyunduruklarıyla bir sağa bir sola koşturmaktalar kaçan zamanın peşinde ancak ne var ki kaçtığına inandıkları zaman kendilerininki değil. Kaçan başkalarının değerli zamanı, sönense kendi hayatları. Ne var ki bu durum önceden tanımlandı: Kendine özgü niteliklere sahip bir form. Plaz(m)a formu. Bunlar, Plazaların içinde yaşamlarını körelten, var olmayan kavramların peşinde koşanlar.
Peki ya bu hilkat garibesi ikilem yaratığının boynuzunda oturan beni ve benzerlerimi bu plaz(m)alardan ayıran nedir? Yoksa bu da mı tanımlandı yoksa bu da plaz(m)anın içinde saklı. Ne diyor, yazgının sözlüğü... Diplerine çamur dolmuş tırnaklarla ve fiziksel yorgunluğun yansıması nasırlarla çeviriyorum ağır yaşam sözlüğünün karar kuru sayfalarını. İşte burada: hücrenin dış kısmında bulunan, molekülleri özelliklerine göre hücre içine alan veya dışarı bırakan katman: Plazmalemma!
Kendimi bir boynuzun ucunda diğerine salıyorum usulca, güneşin batmasıyla güne çöken kasvet yüzümü yalayıp geçiyor ıslak diliyle. Şimdi diğer boynuzun ucunda çömeliyorum. Son moda giysiler ve makyajlar, pahalı kol saatleri ve cep telefonları gözümün önünden geçip gidenler. Plaz(m)aları görmek mümkün değil çünkü hiçbir forma uymuyorlar ve uymadıkları gibi de plazmalemma tarafından özenle ayıklanmışlar bilinen yaşam formlarından.
İkilem bunun neresinde diye soracak olursanız, cevap basit: böylesine az gelişmiş, hilkat garibesi ve tüketim manyağı bir toplumun, hayatın, sistemin içine doğup da kendini nerede konuşlandıracağını bilememekte, buna karar verememekte. Bir yanda Plazanın parlak yüzeyleri, ışıl ışıl, tüketim için damarlara nakit pompalayan; al benili renkler, ciciler biciler, diğer yanda ise gecenin al benisi olmayan, tek düze, soluk ama alabildiğine ayakları yere basan sessiz varlığı, enerjisi öldürmeyen ama güldürmeyen, tutkulardan uzak gerçekler. İkilemi yaratan ise gerçeğin derinlerde yatan kökleri.
Belki yıllar, asırlar var ikilem boynuzunun uçlarında, bir o yana bir bu yana sallanıp duruyor ruhum ki böylece zaman denilen aldatmacanın içinde çürüyüp gidiyorum. Bir akşamın okşayan kucağından bir sabahın yakan aydınlığına, sonsuza...
* Kavramların açıklamaları sırasında "vikipedi/wikipedia" ve "TDK"den yararlanılmıştır.




Monday, August 31, 2009

Kökler

Bedenin farklı noktalarda aynı anda var olması mümkün değilse de ruh bedeni geride bırakabilir veya bedeni her noktada takip etmeyi inkar edebilir. Hayat boyu beden oradan oraya savrulurken, ruh zaman zaman belli noktalarda yapışıp kalabilir.

Bugün, bu yağmurlu günde, gökyüzü kararmış ve içime kan yağarken, ruhum çok uzaklarda. Balkonda oturmuş, sırtını cama vermiş, göz alabildiğine uzanan denizi ve bir başına yıllara meydan okuyan çam ağacını izliyor. Tüten puronun dumanı semada ince ince yitip giderken, toprağın taze kokusu rüzgarla taşınıyor algımın krallığına.

Soru açık ve cevap bekliyor: varoluşumun amacı nedir? Bu amaç doğrultusunda nerede olmak istiyorum?

Hafif rüzgar ruhumu okşuyor ve esip gidiyor. Denizin durgun suyu üstünde süzülen martılar ruhumu dalgalandırıyor. Ruhum yavaşça havalanıyor. Balkonun pervazından yükseliyor ve bulutların arkasında saklanmış güneşin sönük ışığı altında denize doğru meylediyor.
Soruyorum kendi kendime: Bir ağacın en güçlü olduğu yer neresidir? Dalları? Yaprakları? Kökü? İşte cevabım: bir ağaç kökünde güçlüdür. Kaynağa en yakın olduğu yerde. O halde ruh da kaynaklarına en yakın olduğu ve en iyi beslendiği yerde dağlar kadar güçlü ve kımıldatılamazdır. O halde ne işim var bedenimin yalnız gezdiği bu topraklarda? Temiz havanın, zamanın bol olduğu, kaynakların kıtlaşmadığı ve kirlenmediği, yüzlerin birbirine yabancılaşmadığı topraklara dönmeliyim.
Dönmeliyim...
Dönmeliyim ama nereden ve ne zaman başlamalıyım...
Yoksa dönüş(üm) başladı mı?

Thursday, August 06, 2009

Düşünce su'dur...

Gecenin sessizliğinde akıp giden nehrin kıyısında oturmuş suyun huzur veren sesini dinlerken, fark ediyorum ki o nehrin yansıması daha derinlerde bir yerlerde kafamın içinde içime akıyor.

Ve düşünüyorum, su ve düşünceler benzerlik gösteriyor:

- Onları elle tutup, sınırlandıramazsın. Ya da belli kalıplar içinde kalmasını emredip, onlara hükmedemezsin.

- Bİr süreliğine etkisiz hale getirsen de yitip gitmesini sağlayamazsın. Suyu dondurup buz haline getirebilirsin ancak eridiğinde su yine sudur. Ya da buharlaştırıp gökyüzüne karıştırdığında yağmur olup yeryüzüne geri gelecektir. Üstelik daha da güclü daha da zor zaptedilebilir şekilde.

- Düşüncelerin içine giremezsin, dıştan baktığında hep görünmek istediği gibidir. İçine daldığında dışını göremezsin. Bütününü görmek için düşüncenin kendisi olmak gerekir tıpkı su gibi. Denize baktığınızda, sakin yüzünü görür altında neler olup bittiğini, ne gibi gizemler sakladığını asla bilemezsiniz. İçine daldığınızda, suyun yüzünde ne fırtınalar koptuğunu göremezsiniz.

- Düşünceleri sıkıştırıp hapsedemezsiniz tıpkı suyu kaplarda taşıyamayacağınız gibi. İlk
sallantıda ilk sarsıntıda kenarda atlayıverir. Kabından taşıverir.

- Düşüncelerin zarı incedir tıpkı suyun yüzeyi gibi.

Su hayattır ve düşüncede...
Düşünmeyen hayatlar, cansız çöllere benzer...

Friday, June 12, 2009

NEFRET

İnsanoğlundan ve saçmalıklarından nefret ediyorum.

Ve birgün ölürsem, sorumlusu insanlar olacaktır.

Ama ne demişler,

"Kör ölür, badem gözlü olur"

Düşler Tarlası

Geçmişe dönüp baktığında, meydan savaşı sonrasında yanan buğday başaklarından semaya yükselen kara dumanlardan başka birşey göremiyorsan eğer bil ki hem geçmişin hem de geçmişte geleceğine dair düşlerin başkaları veya hayat tarafından suni tarlalara ekilmiştir.

Çocukluğundan başlayarak, sana ait olmayan değerler önüne sürülmüş, hiç karşılaşamayacağın heyecanlar hemen parmaklarının ucunda hissiyatı yaratılmış, sahte umut tohumları ekilmiş demektir hayatına.

Gün olup, dost eller birer birer gerçeğin acı tadıyla ağızlarını buruştururken, sen de zavallı yalnızlığının samansı tadıyla gökyüzünde toplanan karar bulutlara şöyle bir bakıp, derin bir nefes al! Zira birazdan, yağmur öncesi çakan şimşek, önünde oluşturulan kuru samandan düş tarlasını ateşe verecek ve cayır cayır yanacak için, öfkenin kırmızı ateşleri içinde.

Ya sonra? Sonra yağmur başlayacak ateşi söndürmek istercesine ve ateşle suyun mücadelesinden ortaya çıkan yoğun duman, genzine kaçacak, nefesin darlanacak.

Yağmurdan sonra sana kalacak olan, göz alabildiğine uzanan vasat topraklarda gençliğinin ve ve hayatının nasıl harcandığını görmek olacak.

İŞte,

Bu hayat hep düşler tarlasının kaçınılmaz sonlarına sürükledi bizleri. Umudu en son yakmak için de ufak tefek örneklerle ağızları sulandırdı, yapmacık tadlarla insanoğlunun kendi yanılmasamaları içinde yitip gitmesini sağladı.

Ve,
Sen, okuyucu, eğer bu yazılanlara hak veriyorsan artık senin için de çok geç demektir!

Thursday, April 02, 2009

Dizlerinin üstüne çökmek

Bir zamanlar özgürlüğe hükmetmiş, onu yönetmiş bir tanrıydı. Hiçbir zincirin ket vuramadığı, hiçbir gücün iradesini yerinden oynatamadığı tarifsiz bir varoluş sergilemişti.

Oysa ne olduysa olmuş ve yenilmişti. Diğerleriyle karşılaştırıldığında hala dimdik hala ayakta idi ancak içten içe biliyordu.

O öğlen,
Dev dizlerinin üstüne çökmüş ve bunu yaparken tutunduğu tüm değerleri tüm dünyaları sarsmış ve herşeyden önemlisi gözlerini yere dikmiş, boyun eğmişti. Özgürlük bu durumu fırsat bilip, tıpkı bu devden çekmemişçesine yükselmiş, güneşin desteğini arkasına almış sırıtıyordu. Bu mütecaviz sırıtma utanma duygusu olan her varlığı sessizliğe boğmuş, gören gözleri görmez kılmıştı. Gözyaşları içe çağladı, kırmızı öfke buz mavizi göz yaşları ile sertleşti ve intikam kılıcı ta derinlerine saplandı dev dağının. İntikamın acısı hiç böylesine acıtmamıştı canını. Yumrukları sıkıldı, her bir dağlar büyüklüğünde toz tanecikleri dört bir yana saçıldı. Yine de dikelecek gücü bulamadı, aramadı da. Savaş kaybedilmişti ve nafile arayışlara ayıracak bir tek nefes bile yoktu. Geçmişin haşmetli gölgesinde kıpırdanan heyecanları araştırdı zihninin dehlizlerinde son bir umutla. Onlara tutunmanın iyi olacağını düşünerek ve hemen sonra vazgeçti. Bu savaş burada bitmişti.

Bir kez diz çökmüştü, boyun eğmişti.

Artık dönüşü olmayan bir çöküşün içinde daha fazla debelenerek, geçmişte kazandığı tek hazinesi olan gururunu da çamura bulamak istemiyordu.

Yere bağdaş kurdu. Gözlerini iyice kapattı. Kamburu, kibirli güneşe dönük, sönmüş bir yanardağ gibi öylece oturdu kaldı.

Wednesday, March 18, 2009

Cevap!

Soruya cevabı netti ve sinirden kaşı seğirtti:

"Az beyinlilerden, hayatta bir "şey" olduğunu zannedenlerden,hiçliklerinin farkına varıp korkuya kapılanlardan, başka hiçliklere sığınmaya çalışıp dayanak arayanalardan öylesine nefret ediyorum ki, bunları bir ömür boyu suskunluk cezasına çarptırıp, korkudan titreyen suratlarına tükürmek istiyorum."

...

Tuesday, March 10, 2009

Meydan Savaşı

Günlerden yağmurlu bir gün, ufacık bir el yüreğimi sıkıyor. Kan çiçekleri yayılıyor göğsüme, her nefeste kanımda boğuluyorum. Gözlerim kiraz kırmızı yaşarıyor, burnumdan acıyla çıkan inlemeler kafatasımda yükselen ateşin yanında saflara katılıyor. Hayat memat mücadelesinde, sırtımdan yükselen ağrının karanlık orduları gözlerimin üzerinden burun dağına hücuma kalkıyor. Kan gölünde boğulan sevinçlerin çıkardığı iniltiler vadiye yayılırken yalnızlık göğe yükseliyor son vuruşu yapmak üzere.

Gözlerim boşalıyor, ölüyorum. Ruhsuz bedenim birkaç adım daha atıyor, düşüncelerim tökezliyor. Savaşın sıcağında buharlaşan düşünceler, tarif edilemez ilüzyonlar oluşturuyor. Kaygısızca salıverilmiş, küf kokan korku, hız kesmeden yerini alıyor kızıl öfkenin yanında.

Mide volkanı kaynadıkça kaynıyor. Her biri zehir dolu baloncuklar ardı arkasına patlıyor, acı yayılıyor.

Ordularım nerede? Onca yıl gözettiğim, beslediğim ve inandığım? Savaş meydanının ortasında bir başıma yıkık ve ezik dururken, minik el yüreğimi parçalarcasına sıkarken ve beynimin parçacıkları semaya binbir parça dağılırken nerede güvendiğim kuvvetler? Nerede? Ne...

Ve sırtımda yayılıyor bu defa kan çiçekleri. Boşalan gözlerim, uğuldayan kulaklarım, uzun uzak gölgemle batan güneşin ardı sıra seriliyorum. Ölüyorum, kimin sapladığını bilmediğim kimliksiz bıçağın biber acısı kahpeliğinde.

Monday, March 02, 2009

Değirmen

Kül rengi gölge, akşamın isli kokusunda uzayıp gidiyor. ÇÖken karanlığın ağır yükü, yıllara direnen bedenin üstünde, kan çanağı gözlerin peşi sıra geliyor. Yağmur, aralıksız, toprağa saldırıken, iri cüssesini bir türlü doğrultamayan toprak ana, onulmaz yaralar içinde kıvranıyor. Akşamın sinsi sessizliği, puro kokusunun sisli havaya karışıp giden yalnızlığına tuz biber oluyor.

Uzun süredir ne zaman hava kararsa, içindeki ürkek kuş kanatlarını çırpamaz oluyor, yüreğiyse aksine çırpınıyor, çıldırıyor. Yıllarca, kendisini bu hayatla yoğurup şekillendiren, sıcak nefesini üzerinden eksik etmeyen toprak ana artık sisli akşamın buğulu camlarının ardında, gecenin içine süzülen mum ışığı misali titrek ve dağların ardında yankılanan tanıdık bir ses misali solgun...

Zamanın ağır eli, bir yandan toprak anayı çekerken aşağı eteklerinden diğer yandan omzuna biniyor, aşağı bastırıyor. Siluet gittikçe kamburlaşıyor; kan, çanağından taşıyor ve kendisine onca zamandır analık eden toprağa kavuşmak üzere ilerliyor.

Her gece, gözler kapandığında zifire bulanmış kör karanlığa, kulaklar açılıyor endişenin kör edici tedirginliğine. Uyku ile uyanıklık arasındaki sarhoş bulanıklık içinde, nahoş bir koku yayan uyku diyarının balçıklarına saplanıyor. Çırpınmanın nafile sayıldığı, yapışık ve yılışık bir soğuğun sırıtkan soluğunun leş kokuları yaydığı bir dünyada, sabaha ulaşma umudu olmadan sarı sönük bir nefes veriyor semaya.

Ve işte döngü her zaman olduğu gibi yeniden başlıyor. Can suyu zaman, yaşlı değirmenin kollarını, gıcırtılı sesler çıkararak çeviriyor. Değirmenin altında, bu defa öğütülen buğday değil hayatın altın sarısı başakları.

Kül rengi gölge, akşamın sisli sokaklarında uzayıp gidiyor. Sis, ağır ağır sürünürken eğimli kaldırımlarda, sinsice onun ayaklarına dolanıyor; biliyor ki gün gelecek tökezleyecek. İşte o gün yüzündeki okşayıcı ifade, kana susamış vahşilerin anlaşılmaz sırıtmalarına dönüşecek, izleyenlerin anlam veremeyen, donuk ve çaresiz bakışları altında.

Geriye yalnızca anlaşılmaz ve ulaşılamaz hatıralar kalacak.

Friday, February 06, 2009

Ben yok sen yok...

Sokak lambalarıyla puslanan karanlıkta uzayıp giden bir gölgeyi takip ediyorum, kendimi. Lambaların ışıında dallanıp budaklanıyor düşüncelerim. Onları takip etmekten yorulmuş, daha fazla yola devam edemeyen kendimi geride bırakmak istercesine, sessizce, sürüklüyorum ayaklarımı. Ben, uzun uzak adam, sudaki yansımasına tükürmek istiyorum Narcisisus'un. Düşüncelerime bir göz atıyorum. Arkamdan geliyorlar, nefesimde kokan puronun çekiciliğine tav
sırtlan sürüsü boş anımı kolluyor. İşte, bencillik kavramına yöneltilen küfürler gırtlağımı sıkar, bezginlik belimi bükerken bu yalnızlığa açılan gecede, umuda lanet ederek ve "ben"e küfrederek yürüyorum.

- Ben bencil değilim.
BU cümleyi sarfeden ve bu derece ben odaklılığa kızanlara ne demeli? Şimdi soruyorum:
- Sen nesin?
Ben kavramına sarılarak yürüyenlerin kendilerinden gayrı sana dönmelerini bekliyorsan ve kendinde başkalarının gözünden sürekli bir sen arayışı içindeysen, sorarım ne farkın kalır "ben" deyip gezenden.

Ben, duranlar diyarından Ozan. Tanır mısınız? "Ben"i unutup, baskıların altında kemiği alınmış et gibi büzülen ve senlerin arasında yitip giden "o". Sen! Öcünü ve öfkesini, kendini kendine adayanlardan almak isteyen insan, uzun uzak gölge gün gelip seni de kavradığında ve o gün aynaya baktığında kendi yüzüne bile tükürmeyeceksin.

Ve bil ki, aradığın gibi bir dünya ve özlediğin gibi bir sen yok!

Friday, January 23, 2009

Yitip giden bir düşün ardından

Yağmurlu ve ıslak bir günde kapıyı aralayıp yürüyüşe çıkmak istiyorum. Islanan toprağın ferah kokusunu içime çekerek. TÜm dertlerimden sıyrılarak...

O günden bugüne kaç gün geçti? Hastanın kalp atışları ve gözlerinden süzülen ışık zayıf. Kelimeler dans etmez olmuş, son gayret zorluyor kendini bir iki kelam edebilmek için. Dudaklar ayrılıyor iki yana fakat düşünce barajı kuruyalı çok olmuş. Tek damla yağmur yağmıyor artık. Eski zamanın ihtişamlı ve bolluk günleri geride kalmış. Düşün çiçekleri, güz yağmurlarına hasret. Rüzgarlar sıcağın da etkisiyle öldürücü.

Son puronun dumanı semada yitip gitmiş, gökte tanrılar gibi yalnız yükselen güneşin karşı konulmaz sıcağında. Her adımda kuruyan göz pınarları yerini kan pınarlarına bırakıyor. Damarlar çatlıyor. Kan çiçekleri çöle yayılıyor.

Sıcak sarı üzerine ılık kırmızı... Ve emilen kandan geriye kalan kara kuru lekeler. Çöl çakallarına ve leş yiyicilere davetiye.