Tuesday, December 31, 2013

Yeni Gün

Kral yorgun,
Gece yarısı ile gelecek yeni yılı göremeyecek,
Sırtlanlar sarayı çevirmiş,
Yeni yıl onlar için birşey ifade etmiyor,
Geleceğin teminatları ise korku ateşinin içinde yanıyorlar.
Geriye yıkım, küller ve yanık kokusu kalacak.

Yeni gün doğacak,
Ve olan bitenler umurunda olmayacak.

Mutlu yıllar... gelip geçene...

Giden bir yıl değil, benim.

Beni ben yapanlar, "zaman"ı öğretti bana ve ben öğrendiklerimle hayata seyirci oldum. Baş rol değildi hedef hiçbir zaman, ama yine de bildim ki bu hayat "ben" var oldukça anlamlı. Şimdi 31 Aralık 2013 gününde oturmuşum hayatımın penceresine, izliyorum geçip giden bir yılı daha. Biliyorum ki:

"Giden bir yıl değil, aslında benim."

Gidenler dönmeyecek, ama gelenler olacak. Dışarıda yağmur yağıyor, kasavetli bir hava hayatın üzerine çökmekte. Puro dumanının kokusu duvarlarda hüzünlü bir dansın son figürlerini sergiliyor ve "ben" yalnızca izliyorum. Gelen sonu bekliyorum, umudu geçen yıllardan birinde bırakmıştım, naz yapmış gelmemişti peşimden.
Şimdi "ben", gerçeğin tüm acılığını umutsuzlukla karşılıyorum...

Nem, sessizlik ve odayı ışıtmakla ışıtmamak arası yanan ampul, uzaktan gelen kutlama seslerinin arasında boynu bükük, bana kalanlar. Geçmişin nağmelerine özlem içimi sızlatırken, geleceğin boşluğu sızının üzerine üzerine bastırıyor.

Geçmişi içime çekip, geleceğe üfürüyorum, nefesim tükendikçe görüyorum ki karanlığın çökmesi çok sürmeyecek.

Giden bir yıl değil... bir ömür...

Mutlu Yıllar...

Friday, December 20, 2013

Yol(cu)luk

Ben bir yolcuyum, yol yok yordam yok.
Kafam karışık.
Bu yola gireli onca zaman geçti, geri dönüp bakmıyorum.
Dönemeyeceksem bakmanın,
Bakamayacaksan dönmenin ne lüzumu var, bilmiyorum.

Ama biliyorum ki ne bu hayat adil ne de insanoğlu saf...
Umutlanmak naif, hayıflanmaksa boş bir eylem. 

İmdi,

Bu yolda yürüken boş yere çabalamaktansa, umutlanmadan, hayıflanmadan, sağa sola bakmadan dümdüz geçip gitmek hayatın içinde olmak mı? Iskalamak mı hayatı?

Thursday, October 24, 2013

Nafile

Attığım her adım boşa düşüyor,
Yine de her seferinde düşmediğimi görüyor,
Yeniden bir adım daha diyorum.

Karanlıklarda yürüyorum,

Havada ağır bir koku var...
Küf, yıllanmışlık ciğerlerime doldukça,
Aldığım her nefes daha da ağırlaşıyor.

Karanlıklara yürüyorum...

Umut filizlenmek istiyor, 
Herkes el birliği edip, 
Her defasında kafasını koparıyor...

Karanlıklara kükrüyorum.

 

Tuesday, October 01, 2013

Nefret

İçindeki nefret, kora dönmüş ve gözlerine yansımıştı. İki alev topu şeytani bir gülümsemeyle daha da ürkütücü oluyor, uzun ve kemikli parmakların arasından yükselen puro dumanı semaya yükseldikçe, öfkenin aksak ritmine mistik bir edayla eşlik ediyordu.

Oturduğu koltuk çivili minderden, önündeki masa kızgın çeliktendi. Nefesi duman olmuş, burnundan akıyordu.

Bu öfke, yalandan, riyadan, yalakalıktan doğuyordu. Herkes birbirine lutfediyor, olmayanı olurmuş gibi gösteriyor, yapmadıklarından paye kapıyordu. Kurallar esniyor, sıralar bozuluyor, gölgeler her yeri sarıyor ve yaşam soru işaretlerinin peşi sıra bilinmezliklerle doluyordu.

Boynundan yüreğine sarkan ilmek, her kalp atışında onu boğuyordu. Bu kokuşmuş hayat ve sürüngenimsi insanlar midesini bulandırıyor. Zihin erozyonu önü alınamaz bir kanser gibi her yanı sarıyordu...

Purosundan derin bir nefes çekti ve vermedi... 

Monday, September 02, 2013

Kabulleniş

Bugün, kendimi kaybetmek için hiç bilmediğim, ıssız sokaklara saptım. Ayaklarım nereye giderse (ki aslında hiçbir yere gidesileri yoktu) o tarafa doğru boş boş salındım. Kendimi unuttuğum ender anlardan, her defasında, acıyla kendime geldim. Kısır döngümün umutsuzluğu içerisinde başladığım yere geri geldiğimde ise miskinlik kötü bir koku gibi üzerime yapışmış, göz kapaklarım iyiden iyiye ağırlaşmıştı. 

Benim gemim bu limanlardan ayrılalı öyle uzun zaman olmuş ki ne dönüşümü bekleyen var ne de varışımı. "Kayboluş" bir kabulleniş,

Thursday, August 29, 2013

Ciğer(siz)

Yaşananlar karşısında her nefeste ciğerlerim yanıyor. Akciğerlerimiz keseciklerden oluşuyor ya, o keseciklerin her biri bu ciğersizler yüzünde yanıyor, kül oluyor, yangın yerine dönüyor...

Ormanlar yok ediliyor,
Ağaçlar kesiliyor,
Gencecik fidanlar yakılıyor...

Bu ciğersizler soru sorulmasın, düşünülmesin, düşünülürse ifade edilmesin, edilirse duyulmasın istiyorlar.

Cinnet bir deniz ben yüzmeye doyamıyorum.

Wednesday, July 03, 2013

Mecal

Rüzgar esmez, su akmaz.
Ruhum kurudukça, gözlerimin feri çekildikçe, eriyen bir buz kitlesi misali bitiyorum.
Dünya yerinden oynarken ben parmağımı kımıldatamıyorum.
Haykırmak istiyorum, mecalim yok...
Bu bitiştir, yozlaşmadır, aşınmadır!

Monday, June 10, 2013

Manik depresif

İçinde bulunduğum ruh hali durağandan dengesize kayıyor, müsebbibi ben değilim. Kim mi? Etrafta bir gaz ve toz bulutu görüyor musunuz? İşte size ruh halimin meçhul faili. Aslında fail ortada da sorumluluğu üstlenen  (o yüreğe sahip) kimse yok ortada.

Kelimeler, kifayetsizliklerinden, utançlarından, sessiz çığlıklara dönüşmüş, yerine dibine girmeye çalışıyorlar. Umut hiç olmadığı kadar manik depresif. Bir öne çıkıyor, buradayım diye bağırıyor, bir geri çekilip korku dolu gözlerle karanlık koridorlara çekiliyor.

Anlayış, iletişim, paylaşım insan olmanın gerekleri derken, yanlış bilgilendirme, çarpıtma, aşırı bilgilendirme, eksik bilgilendirme hep insanlığın aleyhine dengeleri alt üst ediyor.

"Güneşin battığı yerde, küçük insanların gölgeleri uzun olur." diyor bir Çin atasözü ve ben hüngür ağlamakla bir yanardağ misali patlamak arası, gözleri kızıl bir canavara dönüşerek sessizlikten uzaklaşıyorum. Yavaş adımlar önce koşar adıma dönüşüyor sonra madde halinden sıyrılıp plazmaya dönüşüyorum...

Geriye acı, huzursuzluk ve açıkta kalan sinir uçları kalıyor.

Yazıklar olsun baskıyı ve zulmü kendine yöntem seçenlere!

Monday, May 27, 2013

Çağrı

Delilik çağırıyor,
Karşılık vermiyorum,
Aklımı yitirmediğimden değil,
Fark etmeyeceğinden.
Bu aklı başında verilmiş bir kararsa,
Neden kendimi burada yabancı hissediyorum?

Friday, May 03, 2013

Algının kapılarında duruken zihinden geçen düşünceler (geldiği gibi)

Bir eseri yaratanla, onu sonradan deneyimleyen 3. kişinin algıları elbette farklıdır. Yaratıcı, kaynağı kendisinde olanı ortaya koyarken, 3. kişi kendisine tamamen yabancı olanı kendi kişisel algılarıyla süslüyor; eserin, aslında kendi görmek, duymak, hissetmek istediklerini verdiğini sanıyor.

Yaratan - yaratılana hangi pencereden bakarsanız bakın sonuç hep benzer özellikler taşıyacak. Örneğin: yazar - okuyucu. besteci - dinleyici, tanrı - insan

Bu üç örneğin ilk ikisinde, ortaya koyan hep içinden çıkarttığı bir düşünceyi somutlaştırırken, ortaya çıkan hep yabancı bir 3.göz tarafından subjektif olarak yorumlanıyor. Üçüncü örnekte durum biraz daha karışık:

Burada yaratan herşeyi yaratmıştır. (ön kabulümüz bu olduğu müddetçe) Yarattıklarından yaşam ayrı bir eser, insan ayrı bir eser değerlendirilirse, insanın yaşamı değerlendirmesi de yine kendi sınırlı çerçevesinden ve elbette yaratıcıdan çok farklı bir pencereden olacaktır. HIrslarına, arzularına göre algıladığı yaşamda, suçu ve cezayı, ölümü ve doğumu hep kendi sınırlılığı içinde yorumlarken, yaratan yarattığını hep kendi dinamiklerinden çıkmış, kaynağından çağlamış bir pınar gibi kabullenip olduğunca kabullenecektir.

Yazar, eserini ortaya koyduğunda, her kelimenin onun için anlamı aslolanken, yazardan kopmuş bağımsız varlığını ilan etmiş eserin her bir okurun dünyasında bulduğu yankı tamamıyla farklı olup, kelimelerin duygu ve durumları ifade etmekteki kaypaklığı ne yazarı ne de okuyucuyu bir daha aynı platformda bir araya getirecektir. Her bir kelimeden fışkıran kontrol edilemez anlamlar, dökülen suyun kabını dolduramayacağı gerçeğinde olduğu gibi, zihinlerde yitip gidecektir.

İngiliz bir müzisyenin ortaya koyduğu bir pop şarkısı, bir Türk dinleyicisinin kulağında anlamsız kelimelerin yanı sıra güzel melodi ve armonisiyle tınlarken, Türkçeye çevrilmiş sözler, o melodiden bağımsız olarak okunduğunda tüm büyüsünü yitirecek ve geriye yalnızca edebi nitelikten yoksun, gelişigüzel bir araya getirilmiş dizeeler kalacaktır. Oysa, özgün dilinde dinlenen bir eser çok daha anlamlı ve çok daha zevke hitap eder olacaktır. Bu örnekte, yukarıda 2 paragrafta saymış olduğumuz örneklere ek olarak, algılayanın özelliklerindeki değişikliklerin de farklılıklara yol açabileceğini görüyoruz.

Bir klasik müzik eseri, klasik müziği doğuran kültürün içinden gelmeyenler için "öğretilmiş güzellik" olmaktan öteye geçemeyecektir. Oysa ki diğerinin genlerine işlenmiş bir algılyıştan söz etmek belki de yanlış olmayacaktır.

Anadilde dinlenmeyen bir şarkı, armoni ve melodisinin ötesinde, eseri ana dilinde dinleyene verdiği heyecanı tadı vermeyecektir.

Ve nihayetinde birey, yaşam karşısında sınırlılığı ve geçiciliğiyle yaşamın tadlarını gelişi güzel hissetmeye çalışırken, bir yolcu olduğu bilincini tam olarak hissedemeden göçüp gidecektir bu diyarlardan.

Saturday, April 20, 2013

Monolog


Eğer biri susuyorsa, ya birisini dinliyordur ya da kendisi ile konuşuyordur.
Şayet dinlediği sen değilsen, konuşma;
Kendiyle konuşuyorsa çok önemli olmadıkça rahatsız etme.
Başkasıyla konuştuklarını duyabilir, öğrenebilirsin,
Kendiyle ne konuştuğunu kendi istemedikçe asla bilemez, duyamaz, öğrenemezsin.

Wednesday, April 03, 2013

Ben gideli beri...

Zamanda süzülüyorum geleceğe doğru. Gelip geçen hatıra taneleri, bana sürtündükçe pürüzlerimden arınıyorum. Havada asılı parlak bir cisme evriliyorum yavaş yavaş, tüm çıkıntılarımdan arınarak.

Tutamaklarımı yitiriyorum. Hatıralar dokunmuyor artık, ben yokmuşçasına boşluğa bakarak geçmişte yitip gidiyorlar. (s)imgeler anlamını yitirmiş,
 
Ko(r)kular dayanaklarını. Hiçbirşeyden destek almayan, hiçbir umudu kalmayan "ben"se, tüm askerlerin uğruna savaşıp öldüğü bir toprak parçası üzerinde heybetli ama yalnız yükselen bir zafer anıtı gibi var olmaya devam ediyorum.

Sen! "ben"i arama artık. Zira "ben", beni ben yapanlardan ve sana beni hatırlatan diyarlardan geçip gideli çok oldu. Geride kalan yansımalarsa çoktan beni bilmeyen uzak diyarların sahillerinde karaya vurdu..

Monday, April 01, 2013

Damla damla...

Elimde yüreğimi tutuyorum,
Onu tutan elimi yumruk yapıyorum,
Yumruğumu her geçen gün biraz daha fazla sıkıyorum...

Damla damla süzülen kan değil, yaşam!

Wednesday, February 13, 2013

Yitik...

Gönül pınarım kuru, yüreğim her an darbe almaktan bitkin, enerjimin son damlası akıp gitti... Aklımın bir köşesinde Bukowski puro tellendirip, sövüyor. Kaçmak istiyorum, köşelere bucaklara, deliklere saklanmak, gözden ırak olmak istiyorum. Zira, her adımda sırtıma bir darbe almaktan sıkıldım, yoruldum...

"Değer" her ne ise, her hatayla eriyip gidiyor ve karşılığında ödediğim bedel o kadar ağır oluyor ki, yitip giden yerine hangi "değer"i getirsem/getirsen/getirseler fayda etmiyor. Her hatayla bir parçam yanıyor, kopuyor, eriyor, sönüyor.

Öfkem, zihnimin mahzenlerine zincirlenmiş bir canavar. O canavar, o kadar çok kırbaçlandı ki artık onu zapteden bünye temelinden sarsılmaya, parçalara ayrılmaya başladı. O ortaya çıktığında, ödenecek bedelin hiç bir önemi kalmayacak çünkü artık "ben" ben olmayacağım. Belki ona dönüşeceğim, belki de ondan geriye kalmış bir enkaz olacağım.

HIzlı hızlı nefes alıp veriyorum, sesim titriyor, başım ağrıyor. Ağlamak fikrini, kan kızılı, ateş kurusu bir öfke boğuyor. Gözümden fışkıran göz yaşı değil, kıvılcım.  

Güneş boğuluyor... Gün karanlığa gömülüyor.

Tek umudum karanlığın beni örtmesi,
İpeksi dokunuşlarla avutması,
Sonra beni benden alıp, öfkeme çalması!
Tekrar gün doğduğunda ateşten dövülmüş çelik bir iradeyle yeryüzüne salması...

Monday, February 11, 2013

Saçılmak

Herşey tetiğe uygulanacak bir anlık baskıya bakıyor.
Beyin dışa açılacak ve hayat perdesini kapatacak.
Ağızdaki çeliğin kurşuni tadı ve kanın ılık daveti...
Sonra...?
Sonrasını hayatta kalanlar düşündün...

Friday, January 11, 2013

Karanlık Gün...

İntihar etmek her zaman kafana kurşun sıkmakla, boynuna ilmek geçirmekle olmuyor;bazen uçurumu görüp kılını kıpırdatmamak da bir intihar... İşte böyle anlarda, seçim yapmamak da seçimlerin en acısı olabiliyor. Gelen sonu görerek seçimi kabulleniş, ölmeden ölmek ve gömülmeyi bekleyen canlı bir cenaze olmak demek.  

Ama, hayır! Bu seçimsizliği yüceltmezden evvel iyi tahlil etmek gerek: bu kabulleniş yıkılmaz bir iradenin soylu teslimiyeti mi yoksa basiretsiz bir diz çöküş mü?

Farklılık "son"da! O gün, geçmişe baktığında içinde birşeyler "kaybolmuşluk" hissisyle titreşirse bil ki basiretsizliğin esaretidir diz üstü çöktüren. Ölüm sana uzanırken, kabullenişi hatırlayıp, kararına hala saygı duyuyorsan, o zaman ebedi istirahatgahına huzurla götürülürsün.

Peki bu romantik tablo bir kenara bırakıldığında: kim bir seçimin peşinden, bükülmeden, hasar almadan, pişmanlık duymadan gideceği iddiasını ortaya atabilecek kadar burnu büyük ve aptal olabilir? Bükülmeyen kırılır, dönmeyen çakılır... 

Karanlık bir gün doğuyor... güneş boğuluyor.