Friday, December 30, 2011

+-1

Biri gelir, biri gider...
yıl olur, insan olur,
yıl geçer, insan ölür...

Umut, yol geçen bekçisi,
heybesinden çıkartııklarını gelene geçene sunar,
Ne zaman ki hediyesi reddedilir,
Bilir ki o geçen bir daha geçmeyecek.

Yeni yılda da umudun hediyesini kabul edin.

(U)mutlu seneler

Friday, December 23, 2011

Nerede?

Kalemimden kan damlıyor... Deftere yanaştıkça ucu, hüznü ta yüreğime değiyor...

Soğuğun sınır tanımadığı rüzgarlı gecelerden birinde, düzün orta yerindeki barın kapısını hafifce aralıyorum. İçeride sıcak ve tanıdık yüzler görmeyi umuyorum, ama beklentiler yerine dışarıdan da soğuk bir sessizlik ve kimsesizlik karşılıyor beni. Derinden bir ürperme kabarıyor içeriden. O günler çok geçmişte kaldı... Güzel günler her geçen saniye daha da uzak ufuklara yöneliyor. Yoksa bu hayallerin sıcaklığını mı hayal ediyorum? Hayalimde kendi kurduğum tuzaklara düşüp boğuluyor muyum?

Bu gece kalemim yüreğime batıyor, nefesim duman olup bacadan kaçıyor. Ruhum aklımla son dansını yapıyor. Neredesiniz o günler? Neredesiniz beni benden çalanlar?

Sessiz bara arkamı dönüyorum, çölün yalnız yoluna koyuluyorum: fazla söze ne hacet... yolcu yolunda gerek...

Friday, December 16, 2011

Tahammül?

Bir insan diğerine neden ve nereye kadar tahammül eder?
Verdiği değere oranla ne kadar yıpranır, bunun hesabını yapar mı?
Bu hesabı yapmasına ve sonuç olumsuz çıkmasına rağmen hala tahammül etmeye devam ediyorsa, sonuçlardan kim sorumludur?

Monday, November 28, 2011

Yok...

Gücüm yok, elimi kaldırmaya.
İçimden gelmiyor, sövmek dahi
Susmak istiyorum... kendi çığlığımda boğuluyorum...

Thursday, November 10, 2011

Gecenin Sahipleri

Gecenin sahipleri var.

Onlar geldiğinde nefes çekilir, kalp atışları azgın davul gümbürtülerine dönüşür. Onların İfadesiz yüzleri, Sessiz çığlıklar altında korkuyu bir battaniye misali gecenin üstüne örter. Battaniyenin altında büzüşen bedenler sabahın ilk ışıkları altında buza keser...

Onlar geldiğinde yaşam gitmiş, ölüm gelmiştir.

Şayet,

Onlar geldiğinde gitmeye hazırsan, onların gözünün içine için titremeden bakabiliyorsan, ölmeden ölmüş, gömülmeden mezara girmişsin demektir.

Ve Unutma!

Bu yediğin yemek son yemeğin,
Aldığın nefes son nefesin olabilir.
Her günün bir gecesi, her gecenin bir sahibi vardır...

Monday, September 26, 2011

Monday, September 05, 2011

Bir Dakika!

Bir dakika durup önündeki 100 yılı düşün...
Bu yüzyılın bitiminde sen de dahil olmak üzere,
Anneannen,
Babaannen,
Dedelerin,
Annen,
Baban,
Kardeşlerin,
Kardeşlerinin doğmuş çocukları,
Önümüzdeki 5 yıl içinde doğacak çocukları,
Ve şu anda hayatta olup da tanıdığın herkes ÖLMÜŞ olacak...
Senden geçmiş zaman kipi ile bahesilecek...
Bir dakika dur ve 100 yıl sonrayı düşün. Yüzyıl sonra 1 dakika vaktin olmayacak.

Monday, August 22, 2011

Kibrit alevi

Bir kibrit alevi kadar yazacağım...

Aynı kelimeler tekrarlanmaktan yıprandılar. Öyle ki artık içsel yolculuğumu anlatmakta kullandığım kelimeler anlamlarının içini doldurmuyorlar. Yerleştikleri boşluklardan birer birer hiçliğe kayıyorlar. Onların yerinde kalan kör gözler ise aciz birer sembolden öteye geçemiyorlar. Boşluğun, işe yaramazlığın, tek düzeliğin, sıradanlığın sembolleri.

"Bir dağ kadar sağlam bir tüy kadar hafif" Bu deyiş zihnimin kör karanlık ve boş kordiorlarında bir sağa bir sola çarpıyor. Kafam kazan olana kadar aynı sözleri duyuyorum. Sözler anlamsızlaşıyor, yer ayağımın altından kayıyor, göçen toprakla ben de daha derinlere doğru emiliyorum. Her yutkunduğumda gırtlağımda düğümlenen göz yaşları yer çekimine karşı daha şiddetle mücadele ediyorlar.

Dipsiz kuyunun derinliklerinde bir yerlerde kör gözlerin bakışları altında, ayağımın altında yeryüzü yokken, sessizlik dansına başlıyorum. Bu öylesine bir dans ki dışarıdan bir dağ kadar sağlam ve kıpırtısız, içten içeyse tüy kadar hafif hissediyorum kendimi. En ufak bir rüzgarda dirençsiz salınımım beni bir diyardan bir diğerine sürüklüyor. Aydınlıkta kalan bakışların tek gördükleri ise yalın, yalnız dikelen bir silüet kendi sessizliği içinde. Bu akşam sessizlik dansının son perdesinde, bir puro daha yakıyorum. Kibritin alevi parlıyor, kıpırtısız yüzümde sahte mimikler oluşturuyor. Puronun ilk dumanı ile azgın bir denizde sallanan geminin güvertesinde, belki de hiçliğe giden bir seferin kaptanı kadar umutsuzca durduğumu hissediyorum. Hava soğuk, ıslak ve delici. Bir nefes daha çekiyorum, rahatlıyorum... İşte ufukta çakan şimşekler beni etkilemez hale geliyor, zaman geçirmez, hissetmez, nasırlamış bir açık deniz kaptanıyım artık. Ey azgın deniz! Sana ve senin önüme bir tehditmişçesine serdiğin gazabına sesleniyorum... sizden korkmuyorum artık. Sessizlik dansı tüm dinginliğiyle devam ediyor, bir nefes daha çekiyorum... enfes!

İçimdeki kor ateşle, beynimdeki dondurucu buzla ve her türlü hisse kalkan olan umutsuzluğumla elimdeki kibriti söndürüp karanlıkla bütünleşiyorum...

Wednesday, August 17, 2011

Ölüm

Süregiden çizgide kırılma,
Dümdüz bir yolda dipsiz bir çukur,
Yaz ortasında güneş tutulması,
Bir paragrafın sonundaki nokta,
Ve
Nefes alıp verirken, son kez vermek ve derin bir sessizliğe gömülmek sonsuzlukça.
Hiç sorgu sual etmeden sürdürdüğümüz hayatın birgün, ansızın, geliyorum demeden, haber vermeden gelen ölümü misafir edebileceğini hiç düşündün mü?Ben hergün düşünüyorum. Susuyorum. Nefesimi tutuyorum. Bazen soğuk terler töküyorum bazen yüreğim tekliyor, sonra bakıyorum hayat devam ediyor.

... (Kafamdan geçenler kalemime akmıyor, akamıyor. Neden aksın?)

Artık yazamıyorum. Ben uzaklara gitmişim, ölümse yeni dönüyor seyahatinden... kimbilir belki de huzurlu bir tatil geçirmiş, görevini yapmaya hazır ve nazırdır.

Ne çorak toprakların yağmurları ne tüten puronun dumanı... artık herşey koyu suskunluğun ağırlığı içinde boğulup gidiyor. Miskinlik, kokuşmuşluk, umutsuz gözlerle etrafı süzen bana küçümsercesine bakıyor.

Hey ölüm! Sen bir anomali değil, bu bezgin haneye ev sahibisin. Sen gel ben çekileceğim... Gittiğim yerden haber etmeyeceğim. Geçip gidenlerin diyarında, söz geçirmez, göz görmez, gönül titremez bölmelerde yaşayacağım. Ta ki o seyahate çıkana kadar.

Bakir topraklara düşen yağmur damlası,
Nasırlaşmış yüreklerden süzülen ilk göz yaşı,
Volkanın ağzından fışkıran ilk hıçkırık,
Sen gittin gideli senin yerine gelen kara delik...

Ölüm: kendinden menkul.

Monday, August 01, 2011

Alice'in kedisi

Kedi eti yedi,
Tedi kedi dedi...
Kedi ne dedi?
Tedi ve kedi arasında nasıl bir bağ var?
Bundan kediye ne?
Kedi eti yiyip nereye gitti?
Nasıl olacak bu işler?

Wednesday, July 20, 2011

Uzun İnce Bir Yoldayım... Umudum nerede?

"Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebeb arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece

Kırkdokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel işbu hale
Gah ağlayan gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece"
AŞIK VEYSEL
(selam olsun ustaya)

Sıcağın yapışkan ağırlığında, gittikçe ağırlaşan adımlarıma bakıyorum, omuzlarım çöküyor, yorgun ve bitik hissediyorum, ağlamaklı oluyorum. "Eğer" diyorum kendi kendime, "bugünü yaşamak için yaşıyorsam, bugün zaten kayıp zira günü kurtarmak bizimkisi, dolu dolu yaşamak değil."... "yok yarın için yaşıyorsam, dedik ya "günü kurtarmak için yaşıyorum diye" yarından ne bekliyorum ki?

İnandıkları uğruna mücadele edebilecek gücü kendinde bulabilenlere hayranlık ve gıpta ile bakıyorum. Bir de asalaklar, sülükler var. Hayata yapışan, onun kanını emen, yeterince emdikten sonra ya da hayattan düş yakamdan dercesine bir fiske yedikten sonra asfaltın sıcağına yapışan, beş para etmeyen sümüksüler.

Her hafta başında hafta sonunu iple çekerek geçen hayatımızda, bu hayatın sonu da bir hafta sonu gibi mi olacak sorusunu kendime sormadan edemiyorum. Ya da hayatın sonunu farkında olmadan, hafta sonunu bekler gibi mi bekliyoruz...

Gençlik, tepede parlayan güneş gibi yükselirken, hayatı çölde yaşamayı tercih eden ben ve benim gibiler için o "gençlik" bir işkenceye dönüşüyor. Ter sırtımızdan boşanırken, üzerimize giydiğimiz rahatsız elbiselerle ayaklarımızı sürüye sürüye, çölün uçsuz bucaksız kum denizinde kaybolmuşçasına geziniyoruz. Diğer yanda ise bizim ancak seraplarda görebildiğimiz bir dünya hüküm sürüyor: inandıkları uğruna kaybetmeyi göze alarak, bunun verdiği heyecanla hayata sıkı sıkıya sarılanların dünyası. Onları ve onların değerlerini kabul edip etmemek bir yana, asıl ilgi çekici olan o mücadele hissini kendi içlerinde hissedebilmelerinin güzelliğidir.

Yanlış bir şey mi yapıyorum sorusu sürekli kafaları meşgul ediyorsa, orada bir yanlışlık var demektir. İhtimaldir ki o yanlışlık sorunun kendisindedir. Yine de doğru olan birşey varsa ortada bir "eminlik" durumu olmayışıdır.

Bu yazının, bir kararlar zincirinin ilk halkası ve beni gitmek istediğim yöne götürecek bir trenin lokomotifi olmasını isterdim, ancak bu kararı verebilecek kadar gücü dahi içimde hissedemiyorum. Belki de bu nedenle alıp başını uzaklara gidenlere hep hayranlık ve biraz da kıskançlıkla bakarım. Dönüp geldiklerinde ise içimi garip bir sevinç kaplar, ne de olsa kürkçü dükkanına geri döndüler diye. Tilkinin dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönme hikayesi de oldukça traji komik ve bir o kadar da gerçekçi. Sonuçta postu kaptırmak bu hayata/düzene, bu sistemin gerçeği/gereği. O halde, çırpınmak nafile. Buna karşılık kurtulmak boş bir umut olsa bile günü kurtarmak için değil de en azından onu dolu dolu yaşamak için sağlam bir gerekçedir. Bu gerekçeye inanmayanlar ise çoktan kürkçü dükkanına doğru çöl sıcağının ortasında yola koyulmuşlar demektir.

İşte ben, uzun uzak adam, Temmuzun 19'unda milattan ikibinonbir yıl sonra yukaırdaki tüm kaygıları içimde taşıyarak, gözlerimi kısıyor ve uçsuz bucaksız çölün üzerindeki sıcak hava dalgasının dansını seyrediyorum. Arkama bakmıyorum, önümde ise yalnızca sıcak ve uzun bir yürüyüşün sonunda gelecek ölüm var... Bunu biliyorum ve dönemiyorum.

Friday, July 08, 2011

Kısaltmalar...

Hayat hızlıca akıp giderken, artık herşey sıkıştırılmış ve özet yaşanır oldu. Kitaplar yerine özetler okunuyor, uzun uzun mektuplar yerine kısa mesajlar yazılıyor. Bu paketlenmiş hayattan kelimeler de nasibini alıyor, kısaltmalar havalarda uçuyor:

- Mrb. ii misin?
- tşkler.
- syglarımla
- fyi

Derken sınırlı sayıda karaktere sığdırılmış, kullananların çoğunun laf olsun diye kullandığı "minik ifade grupçukları" hayatımızı

ele geçirmy bşlyr:

"Şu anda evin önündeki büfede tost yiyip arkdşlarla şakalaşıyoruz."
"Bordumda serin rüzgara karşı yelleniyorum."

Afrn. Bu bilgiler bu etkileşim nereye gidiyor böyle. Kitap okumak için zaman ayırmayan, düşünecek kadar vakti olmayan ama zirzop

msjlr peşnd kştrp yşnan saçm br yşm.

Szn bttğ yrdyz. Artk smslr knşyr. tvtlr şkyr.

Tşklr, syglrmla

Kısa Küçük Sıkıştırılmış Adam

(Bu yazıdaki eksik harfler emekliye ayrıldı.)

Thursday, July 07, 2011

Nasılsın?

iyiyim...
Ne kadar iyiyim?
Olmak istediğim kadar iyiyim.
Aslında herkes olmak istediği kadar iyi.
Sorun şu ki, kim gerçekten ne kadar iyi olmak istediğini biliyor?

Thursday, May 05, 2011

Haber - Kaynak - Bilgi Eksikliği

Vakti zamanında, Richard Saul Wurman'ın "Information Anxiety" ("Bilgi Karmaşası" olarak çevirebileceğimiz.) adlı kitabını okumuş çok beğenmiştim. Orada, yanlış bilgilendirme, eksik bilgilendirme ve bilinçli yanlış bilgilendirmeden bahsediyordu. (Misinformation, Disinformation ve şimdi üçüncüsünün İngilizcesini hatırlayamıyorum)

Bugün, "Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu"nun (http://www.btk.gov.tr) yapmış olduğu düzenlemelerle ilgili haberleri okurken içim içimi yiyor, sinirden kendimden geçiyorum. Zira, yasaklanan veya tartışmalara konu edilen 138 kelime ve ilgili hukuki düzenlemeye ulaşmaya çalışıyorum ama ne çare? Eksik bilgilendirme bu mudur? Budur... Hiçbir haber sitesinde doğrudan haberin kaynağı olan mevzuata bir yönlendirme yok. Sadece, yok o yasaklandı yok bu yasaklandı...ama yasaklayan kaynak nedir diye sorduğunuzda ulaşabileceğiniz hiçbir adres yok. Ne "Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu" ne haber kaynakları doğrudan bu mevzuata bir gönderme yapıyor...

Richard Saul Wurman'ın kulakları çınlasın!

Friday, March 11, 2011

Taze - Bayat

Taze...

Kılıçlar çekilip, kan perdesi gözleri kapattığında, arkada yatan öfke denizi kabarır. Uyuyan düşünceler kan kızılı kabuslarını dört bir yana magma sıcağında saçarken, korkuyla seyreden gözlere birer birer mil çekilir...

Karanlığın siyahı ve öfkenin kan kırmızısı sessizliğin yoğunluğunda nefes alan her varlığı tarif edilemez acılara boğar. Buna seyirci kalan korkaklar ilk sırayı alırken, karşı koyan cahiller acının koyu kahvesini yudum yudum tadarlar.

Sonuç yeni doğan günün serin şafağında taptaze bir mavilik, durgun denizin hoş kokusudur. Geride kalanlar ise yalnızca unutulmuş toz zerrecikleri...

Bayat...
Dönüp bakıyorum yazılanlara, gelenlere geçenlere. Yabancı bir adam bakıyor bana oradan. Gözlerinde buğu, öfke, umutsuzluk, uzaklık. Bir adım atacak oluyorum kendime. "Kendim" kendime değil artık anlıyorum. Daha doğrusu "kendim" olmayalı uzun zaman geçmiş kendimden. Neden? diye düşünüyorum, geçmişe bakar ve yazdıklarımı, düşündüklerimi anlamaya çalışırken; cevabın olmadığını anlamam çok vaktimi almıyor. Kesiyorum geçmişle aramdaki göbek bağımı, doğumun acısına salayım kendimi diye. Kan saçılıyor etrafa, gözlerimin buğusunu kızıla boyayarak.

Sonra etkileşimin gücü devreye giriyor. "Boya" kelimesi, dışarıdan bir gözün anlam veremeyeceği bir çağrışımla beni, "öngörülemezliğe" itiyor. Düşüncelerin bir diğerini tetiklediği, domimo etkisinin ölçülemez bir hızla geçrekleştiği bir dünyadan, zamanın insan basitliğine indirgendiği dünyaya döndüğümde, gözüm duvardaki saate takılıyor. Kulağıma gelen tik tak sesleri, tavana yığılan dumanı yardıkça, düşünceler dünyasından uzaklaşıyorum.

Nihayetinde usul usul yürüyüp eski usül yapılmış pencereyi açıyorum ve kendimi aşağıya bırakıyorum.

Göz açıp kapayıncaya kadar çakılıyorum.

Wednesday, March 09, 2011

Menzil

Uzun uzak bir adam aynanın karşısında duruyor,
Aynaya, ölen bir dünyaya yaşayan bir adamın gözleriyle bakıyor,
Düşünceler dans ediyor içten içe...
O'ysa susmuş ve sinmiş.
Hedefi yitirmiş...
Ölen bir dünyada yaşamak niye,
Yaşamak hissi nerede?
Enerjinin membası kurumuş,
Ayak yürümüyor, akıl kesmiyor, el kalkmıyor.
Kelimelere sığınmak anlamsız.
Çaresizlik tam burada, ayaklarının altında...
Aynaya bakan gözler buğulanıyor,
Görüntü sulanıyor...
Sonsuzluk çukuru kör karanlık ağzını açıyor:
Çığlık yoğun boşlukta boğuluyor...
Emirler ardı ardına geliyor:
Çırpınma.
Kabullen.
Öl...

Tuesday, March 01, 2011

Böcekler...

Bizler, bu hayvanlar aleminde hamam böcekleriyiz.
Bir fiske ile sırt üstü düştük mü, vay halimize!

Thursday, February 03, 2011

Ucube nedir?

"Bakımsızlıktan, pislikten yaralı bereli, karınları şiş, yüzleri sarı, sıska iki ucube hâlinde süründükten sonra ölmüşler." diyor Halide Edip Adıvar "ucubelerden" bahsederken... Bir edebiyat eserinde, bir nesneyi tasvir ederken, o nesnenin insanda yarattığı hissiyatı tasvir etmek için bu ifadenin kullanılması hepimiz tarafından gayet tabii karşılanmaktadır. Ve bu ifade Halide Edip'in diliyle ve yerli yerinde kullanıldığında bir sanat eserinden almayı beklediğimiz hazzı almamızı sağlıyor.
Sanat eserleri, tabiatları itibariyle bir amaç için var olurlar ve bu amacı ifade edebildikleri oranda başarılı/başarısız kabul edilirler. Bu amacı gerçekleştirmek yolunda estetik olarak tatmin edici olanlar, ayrıca başarılı addedilirler.
Ne var ki, bir "sanat eseri" kendi içerisinde barındığı unsurların ötesinde ve arz ettiği bütünlük içerisinde bir "ucube" olarak adlandırılamaz. Ne de olsa bu eser, onu vücuda getirenin o esere kattığı maddi ve manevi unsurları barındırır ve bir emeğin hakarete uğraması hiçbir şekilde kabul göremez.
Eserin varlık amacının algılanması ise ona bakan gözün estetik anlayışına, algısına, deneyimlerine, temeyüllerine ve hayattaki amacına göre değişiklik arz eder... ki bu subjektif bakış açısı, renkler ve zevklerin tartışılamamasının yegane sebebidir.
Hal böyle iken, sanat eserlerinin sırf subjektif kriteler göz önünde bulundurularak keyfi uygulamalarla yerle yeksan edilmesi olsa olsa ayağı yere basmayan, şekilsiz, biçimsiz ve dahası temelsiz uygulamaların sonucudur; gerçek ucubeler - hilkat garibeleri de bu uygulamalardır.
Hukuk denge ve düzeni sağlayabildiği ölçüde böylesine "hilkat garibelerinin" sisteme hakim olmasını, ucubelerin türemesini engelleyecektir.
Ancak o zaman özgürlüklerin serin ve tatlı rüzgarı altında hepimiz keyifle gülümseyebiliriz...

Tuesday, January 18, 2011

Bittim...

Gündüz gece fark etmeksizin tarif edilemez bir ağırlık yüreğin üstüne çökmüş kalkmak bilmiyor. Bir vampir misali enerjiyi emiyor, sömürüyor. Değil oturduğun yerden kalkmak, akıldan geçen düşünceleri düzene sokmak bile zul geliyor artık!