Wednesday, July 20, 2011

Uzun İnce Bir Yoldayım... Umudum nerede?

"Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebeb arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece

Kırkdokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel işbu hale
Gah ağlayan gahi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece"
AŞIK VEYSEL
(selam olsun ustaya)

Sıcağın yapışkan ağırlığında, gittikçe ağırlaşan adımlarıma bakıyorum, omuzlarım çöküyor, yorgun ve bitik hissediyorum, ağlamaklı oluyorum. "Eğer" diyorum kendi kendime, "bugünü yaşamak için yaşıyorsam, bugün zaten kayıp zira günü kurtarmak bizimkisi, dolu dolu yaşamak değil."... "yok yarın için yaşıyorsam, dedik ya "günü kurtarmak için yaşıyorum diye" yarından ne bekliyorum ki?

İnandıkları uğruna mücadele edebilecek gücü kendinde bulabilenlere hayranlık ve gıpta ile bakıyorum. Bir de asalaklar, sülükler var. Hayata yapışan, onun kanını emen, yeterince emdikten sonra ya da hayattan düş yakamdan dercesine bir fiske yedikten sonra asfaltın sıcağına yapışan, beş para etmeyen sümüksüler.

Her hafta başında hafta sonunu iple çekerek geçen hayatımızda, bu hayatın sonu da bir hafta sonu gibi mi olacak sorusunu kendime sormadan edemiyorum. Ya da hayatın sonunu farkında olmadan, hafta sonunu bekler gibi mi bekliyoruz...

Gençlik, tepede parlayan güneş gibi yükselirken, hayatı çölde yaşamayı tercih eden ben ve benim gibiler için o "gençlik" bir işkenceye dönüşüyor. Ter sırtımızdan boşanırken, üzerimize giydiğimiz rahatsız elbiselerle ayaklarımızı sürüye sürüye, çölün uçsuz bucaksız kum denizinde kaybolmuşçasına geziniyoruz. Diğer yanda ise bizim ancak seraplarda görebildiğimiz bir dünya hüküm sürüyor: inandıkları uğruna kaybetmeyi göze alarak, bunun verdiği heyecanla hayata sıkı sıkıya sarılanların dünyası. Onları ve onların değerlerini kabul edip etmemek bir yana, asıl ilgi çekici olan o mücadele hissini kendi içlerinde hissedebilmelerinin güzelliğidir.

Yanlış bir şey mi yapıyorum sorusu sürekli kafaları meşgul ediyorsa, orada bir yanlışlık var demektir. İhtimaldir ki o yanlışlık sorunun kendisindedir. Yine de doğru olan birşey varsa ortada bir "eminlik" durumu olmayışıdır.

Bu yazının, bir kararlar zincirinin ilk halkası ve beni gitmek istediğim yöne götürecek bir trenin lokomotifi olmasını isterdim, ancak bu kararı verebilecek kadar gücü dahi içimde hissedemiyorum. Belki de bu nedenle alıp başını uzaklara gidenlere hep hayranlık ve biraz da kıskançlıkla bakarım. Dönüp geldiklerinde ise içimi garip bir sevinç kaplar, ne de olsa kürkçü dükkanına geri döndüler diye. Tilkinin dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına dönme hikayesi de oldukça traji komik ve bir o kadar da gerçekçi. Sonuçta postu kaptırmak bu hayata/düzene, bu sistemin gerçeği/gereği. O halde, çırpınmak nafile. Buna karşılık kurtulmak boş bir umut olsa bile günü kurtarmak için değil de en azından onu dolu dolu yaşamak için sağlam bir gerekçedir. Bu gerekçeye inanmayanlar ise çoktan kürkçü dükkanına doğru çöl sıcağının ortasında yola koyulmuşlar demektir.

İşte ben, uzun uzak adam, Temmuzun 19'unda milattan ikibinonbir yıl sonra yukaırdaki tüm kaygıları içimde taşıyarak, gözlerimi kısıyor ve uçsuz bucaksız çölün üzerindeki sıcak hava dalgasının dansını seyrediyorum. Arkama bakmıyorum, önümde ise yalnızca sıcak ve uzun bir yürüyüşün sonunda gelecek ölüm var... Bunu biliyorum ve dönemiyorum.

1 comment:

Anonymous said...

Kürkçü dükkanlarına dönmek yok, cesareti olmayanlara maskara olmak yok. Yürü çöllere...Ayakta kalırsın, varacağın ve vardığına değecek bir yer mutlaka bulursun...
CANDAN.