Monday, August 22, 2011

Kibrit alevi

Bir kibrit alevi kadar yazacağım...

Aynı kelimeler tekrarlanmaktan yıprandılar. Öyle ki artık içsel yolculuğumu anlatmakta kullandığım kelimeler anlamlarının içini doldurmuyorlar. Yerleştikleri boşluklardan birer birer hiçliğe kayıyorlar. Onların yerinde kalan kör gözler ise aciz birer sembolden öteye geçemiyorlar. Boşluğun, işe yaramazlığın, tek düzeliğin, sıradanlığın sembolleri.

"Bir dağ kadar sağlam bir tüy kadar hafif" Bu deyiş zihnimin kör karanlık ve boş kordiorlarında bir sağa bir sola çarpıyor. Kafam kazan olana kadar aynı sözleri duyuyorum. Sözler anlamsızlaşıyor, yer ayağımın altından kayıyor, göçen toprakla ben de daha derinlere doğru emiliyorum. Her yutkunduğumda gırtlağımda düğümlenen göz yaşları yer çekimine karşı daha şiddetle mücadele ediyorlar.

Dipsiz kuyunun derinliklerinde bir yerlerde kör gözlerin bakışları altında, ayağımın altında yeryüzü yokken, sessizlik dansına başlıyorum. Bu öylesine bir dans ki dışarıdan bir dağ kadar sağlam ve kıpırtısız, içten içeyse tüy kadar hafif hissediyorum kendimi. En ufak bir rüzgarda dirençsiz salınımım beni bir diyardan bir diğerine sürüklüyor. Aydınlıkta kalan bakışların tek gördükleri ise yalın, yalnız dikelen bir silüet kendi sessizliği içinde. Bu akşam sessizlik dansının son perdesinde, bir puro daha yakıyorum. Kibritin alevi parlıyor, kıpırtısız yüzümde sahte mimikler oluşturuyor. Puronun ilk dumanı ile azgın bir denizde sallanan geminin güvertesinde, belki de hiçliğe giden bir seferin kaptanı kadar umutsuzca durduğumu hissediyorum. Hava soğuk, ıslak ve delici. Bir nefes daha çekiyorum, rahatlıyorum... İşte ufukta çakan şimşekler beni etkilemez hale geliyor, zaman geçirmez, hissetmez, nasırlamış bir açık deniz kaptanıyım artık. Ey azgın deniz! Sana ve senin önüme bir tehditmişçesine serdiğin gazabına sesleniyorum... sizden korkmuyorum artık. Sessizlik dansı tüm dinginliğiyle devam ediyor, bir nefes daha çekiyorum... enfes!

İçimdeki kor ateşle, beynimdeki dondurucu buzla ve her türlü hisse kalkan olan umutsuzluğumla elimdeki kibriti söndürüp karanlıkla bütünleşiyorum...

Wednesday, August 17, 2011

Ölüm

Süregiden çizgide kırılma,
Dümdüz bir yolda dipsiz bir çukur,
Yaz ortasında güneş tutulması,
Bir paragrafın sonundaki nokta,
Ve
Nefes alıp verirken, son kez vermek ve derin bir sessizliğe gömülmek sonsuzlukça.
Hiç sorgu sual etmeden sürdürdüğümüz hayatın birgün, ansızın, geliyorum demeden, haber vermeden gelen ölümü misafir edebileceğini hiç düşündün mü?Ben hergün düşünüyorum. Susuyorum. Nefesimi tutuyorum. Bazen soğuk terler töküyorum bazen yüreğim tekliyor, sonra bakıyorum hayat devam ediyor.

... (Kafamdan geçenler kalemime akmıyor, akamıyor. Neden aksın?)

Artık yazamıyorum. Ben uzaklara gitmişim, ölümse yeni dönüyor seyahatinden... kimbilir belki de huzurlu bir tatil geçirmiş, görevini yapmaya hazır ve nazırdır.

Ne çorak toprakların yağmurları ne tüten puronun dumanı... artık herşey koyu suskunluğun ağırlığı içinde boğulup gidiyor. Miskinlik, kokuşmuşluk, umutsuz gözlerle etrafı süzen bana küçümsercesine bakıyor.

Hey ölüm! Sen bir anomali değil, bu bezgin haneye ev sahibisin. Sen gel ben çekileceğim... Gittiğim yerden haber etmeyeceğim. Geçip gidenlerin diyarında, söz geçirmez, göz görmez, gönül titremez bölmelerde yaşayacağım. Ta ki o seyahate çıkana kadar.

Bakir topraklara düşen yağmur damlası,
Nasırlaşmış yüreklerden süzülen ilk göz yaşı,
Volkanın ağzından fışkıran ilk hıçkırık,
Sen gittin gideli senin yerine gelen kara delik...

Ölüm: kendinden menkul.

Monday, August 01, 2011

Alice'in kedisi

Kedi eti yedi,
Tedi kedi dedi...
Kedi ne dedi?
Tedi ve kedi arasında nasıl bir bağ var?
Bundan kediye ne?
Kedi eti yiyip nereye gitti?
Nasıl olacak bu işler?