Friday, December 24, 2010

Kayboldum

Bugün kendimi kaybettim. Bir başıma yürürken kalabalığın içinde, sessizlik çukuru derinleştikçe derinleşti ve kalabalığın uğultusuna sağırlaştım. Sonra görme duyumu yitirdim. dış dünyadan soyutlanmış bir şekilde ayaklarım beni nereye götürürse oraya doğru yürüdüm gittim.

Yolumu bulma isteği olmaksızın bir başıma sustum ve kabullendim. Kayboluş, kendi yalnızlığımda yüceldi ve farkındalığın kör edici ışığına döndü. İçimi kendime dönmenin huzuru kapladı. Kalabalık, güzel bir sonbahar gününde tatlı tatlı yağan yağmura dönüştü. Rüzgar benliğimi okşarken, düşüncelerim her yanımı alabildiğine sardı.

Kayboluşuma eşlik eden puromun dumanıyla semada yitip gittim...

Sunday, December 19, 2010

İç sıkıntısı

Yazacak o kadar fazla şey birikti ki içimde, artık altta kalanlar kokuşmaya başladı. Nem kokulu ve yalnız bir sonbahar akşamında tek başına kalmış bir çocuğun hüznü boğuyor beni.

...

Monday, November 29, 2010

Sırtlan

Bu sırtlar bizim,
Sırtlanamayanlar giderler,
Geriye biz kalırız,
Sırtlanlar...

Wednesday, November 24, 2010

Damlalar

Her damla bardağı dolduruyor. Düşen her damla suyu titretiyor ve yüreği kabartıyor, ama sessizlik gelen fırtınaya gebe öylece duruyor. Aradan günler ve aylar geçiyor. Birbiri ardına eklenen her bir damla su seviyesini yükseltiyor.

Güneşli bir günde, daracık ve rüzgarlı bir sokakta oturmuş kahvemi yudumluyorum. Sokağın iki ucunu kesen iki caddede de alabildiğine güneş var. Belli ki güneşin vurduğu yerler sıcak, sıcacık! Oysa ben bu daracık sokakta en sokağın rüzgarı kadar sert bir çehreye sahip kahvemin köpüğüne bakıp içimi ısıtmaya çalışırken, bir ürperme bana sürtünüp geçiyor. Biraz daha büzülüyor, kahve fincanını biraz daha sıkı kavrıyorum.

Düşünceler hücuma kalkmışlar. Saldırırlarken sesleri bir uğultu haline geliyor. Bardağı taşıran sulu zırtlak davranışlar, onların öfkesini kabartmış ve durdurulamaz olan taarruz başlamış. Düşüncelerin karşı konulamaz uğultusu, ara sokaktaki rüzgarın serinliğine ve közde pişmiş kahvenin acı tadına sahip. Düşünüyorum: Şimdi onları zaptetmeli miyim? Yoksa, ben de peşlerine takılıp doluz dizgin at mı sürmeliyim hınca, öfkeye, dehşete ve kıyıma?

Kahve fincanının boşladığını görerek üzülüyorum. Oysa daha uzun süre içebilirdim. Kahveden arta kalan telveye bakıyorum, kara bir tablo var karşımda. Belli ki usta telveyi bol tutmuş. Peki, benim hayatımın telvesini bol tutan kim? Güneşli bir günde rüzgarlı ve daracık yollara beni sürükleyen ne? Bu kararları verirken içimi alev alev yakan öfke seline dayanma gücünü nerede bulacağım?

Ayağa kalkıp, güneşe doğru yürüyorum. Geriye yerimde esen yeller ile boş bir kahve fincanı kalıyor, hızla soğuyan. Peki beni güneşe sürükleyen ne?

Friday, November 05, 2010

Taze bir günün öyküsü...

Kılıçlar çekilip, kan perdesi gözleri kapattığında, arkada yatan öfke denizi kabarır. Uyuyan düşünceler kan kızılı kabuslarını dört bir yana magma sıcağında saçarken, korkuyla seyreden gözlere birer birer mil çekilir...

Karanlığın siyahı ve öfkenin kan kırmızısı sessizliğin yoğunluğunda nefes alan her varlığı tarif edilemez acılara boğarlar. Buna seyirci kalan korkaklar ilk sırayı alırken, karşı koyan cahiller acının koyu kahvesini yudum yudum tadarlar.

Sonuç yeni doğan günün serin şafağında taptaze bir mavilik, durgun denizin hoş kokusudur. Geride kalanlar ise yalnızca unutulmuş toz zerrecikleri...

Tuesday, October 19, 2010

Şükran

Uzun uzak adam, kısacık hayatında şöyle bir geriye baktı ve kimlere üşkran borcu olduğunu düşündü. Sonunda bunları üçe ayırdı:
1. Yaratan - O, yaratıcı güç olarak evreni ve her türlü varlığı bünyesinden barındıran ve var eden olarak büyük bir gurur ve gizemle şükran duygularını kesinlikle hak ediyordu...
2. Kurucu - Uzun uzağın üzerinde yaşadığı topraklarda Cumhuriyetin kurucusu ve bireyin özgürlüğüne ön veren tohumların filizlenmesini sağlayan kuruculara elbetteki şükran duyguları beslemeliydi...
3. Koruyucu - Kısacık yaşamının mümeyyiz sıfatını kazanana kadar geçen süresinde ona kol kanat germiş, ayaklarının yere sağlam basmasını sağlamış biricik ailesi elbette yukarıdaki iki unsur kadar teşekkürü ve minnettarlığı fazlasıyla hak ediyordu.

Hepsinin önünde saygıyla eğildi. Uzun uzak sustu ve şükretti.

Peki ya bundan sonrası? Bundan sonrası için olacaklardan sorumlu tutabileceği tek bir kişi vardı: K E N D İ S İ...

Siz de kendinize dönüp bir bakın, şayet kendi hayatınız nedeniyle başkalarını suçladığınızı fark ederseniz, kendinizi yok saydığınız ve hayatın yükünü sırtlayamadığınız için utanın!

Thursday, September 23, 2010

Bulantı

Bunu alma,
Bunalma...
Bunu al,
Bunal..

Bunalımlı bulantı bu kadar olur...

Monday, September 13, 2010

Soru

Dar duvarların arasından sızan ışıkta kafamda yankılanan soru hep aynı:

"Kendi hücrelerimin duvarlarını oluşturan ilk tuğlayı ne zaman koydum?"

Çayır çimende koştuğum ilk günleri düşünüyorum, hatırlayabildiğim kadar hatırlamaya çalışıyorum. O günlerde temeli kazmış olamam. Ancak o dönemde olsa olsa ileride kullanacağım tuğlalar elime verilmeye başlanmıştır. Eğitim sistemi, kültür, toplum... Her birim bir tuğla vermiş elime. Sırtıma vurulan yükler her geçen gün belimi bükmüş. Ağaç yaşken eğilmeye başlamış.

Sonra gençlik ve üniversite. BU dönemde özgürlük rüzgarları eserken, bastırılmışlık altından yay misali fırlayan, zembereği boşalan birey hızla kontrolü kaybetmiş. Dağılmakla birleşmek arasında gidip gelmeler sürüp gitmiş. Kendimi keşfedip, özgüven oturmaya başladığında, birden elinde bulmuşum o sırtımdaki tuğlaları. Şimdinin tam zamanı olduğuna karar vermiş ve ilk tuğlayı çakıvermişim sağlam zemine. Zemin her bakımdan çürük, yalnızca "hücre" bu durumun istisnası. Hücre sağlam, hücre güçlü, hücre yıkılmaz, azametli. Azla yetinme hücresi, sıkışmışlık hücresi, kıt knaat hücresi, karın ağrısı, mide yanması, yürek sızısı ve benzeri daha birçok isimle anılabilecek, her daim üzerimde taşıyabileceğim, tek kişilik hücrem. Toplum seninle gurur duyuyor hücre adam. Sen bu şekilde yürü ki, huzur her yerde olsun. Kafanı dışarı çıkarama ki, düzenin endişeleri yeşermesin.

Şimdi; suçlu kim bu duvarların örülmesinde!? Tuğlaları tek tek ben ördüğüme göre, suçlu ben, mahkum ben, yargıç ben. Vicdan bende, yara bende.. Peki herkes nereye gitti? Tek kişilik hücremin duvarları bu kadar mı kalın. Sessizlik içinde, karanlığa sızan ışığın yakan aydınlığında tekrar aynı soruyur soruyorum:

"Kendi hücrelerimin duvarlarını oluşturan ilk tuğlayı ne zaman koydum?"

Bu soru önemli, zira bu soruya cevap verebilirsem, kendi çöküşüme giden yolda nerede hata yaptığımı bulabileceğim. Tuğlayı kimin tedarik ettiği, beni kimin teşvik ettiği de önemli elbette ama tuğlayı ören ellerim kadar suçlu değil kimse. (Bu cümleyi, "Tuğlayı kimin tedarik ettiği, beni kimin teşvik ettiği önemli değil, tuğlayı ören ellerim kadar suçlu değil kimse." şeklinde de ifade edebilirdim.) Odanın duvarları yükseldikçe, vurdumduymazlık artmış olmalı ki, uyanış gecikmiş. Beni uyuşturan her ne ise çok güçlü olmalı ki, bir türlü başıma gelebilecekleri öngörmek mümkün olmamış.

Şimdi bir hususun daha farkına varıyorum. Yukarıdaki anlatımlarda hep "miş"li geçmiş zaman kullandım. Bu kalıp, olaylar olurken, orada olmayaan üçüncü şahıslar tarafından bir olay nakledilirken, kullanılır. Oysa ben ne yaptım? Öylesine bir gaflet içindeymişim ki, bugün hücremde kıstırılmış, suskun ve içine kapanık oturuken geçmişten hep "miş"li geçmiş zaman kipinde bahsettim geçmişimden. Peki şimdi, nerede o günlerin kibiri, nerede o günlerin sınır tanımaz özgüveni?

Sessizlik yerini klostrofobiye bırakıyor yavaş yavaş. Yoğun karanlığın minik elleri gırtlağıma sarılıyor. Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi hissediyorum. Yüreğimin üstünde oturan zebani, kalbim her attığında tırnaklarını, kan fışkırana kadar derinlere batırıyor. Artık atmasın istiyorum, nefesin darlanmasın, kalbim sancımasın istiyorum, olmuyor. Arkamı dönüyorum duvar, sağım, solum, dört yanım duvar. Çimento, tuğla ve nem kokusu burun deliklerimden içeri süzülüyor.

Ellerime bakıyorum, kollarım, ayaklarım, bacaklarım... Artık kendimi tanıyormıyorum. Deliriyorum.

Ey okuyucu, ey kendim, bundan sonra okuyacakların, bu tuğlayı koyan ellerin eseri ve fakat benden geriye eser kalmadığının kanıtıdır. şşt.. yaklaşıyor duyuyorum, nefes alma! (Alma ki geberesin...) İyice yaklaştı, duvarın dışında, iyi ki çıkmışım bir kat daha, bu sayede beni ele geçiremeyecek, o sümüklü ve pis ellerini narin derime geçiremeyecek. Buna asla izin vermem. Seni koruyacağım. Arkanda kim var? Ne? Kimse yok mu?!? Yok tabi, bir hücredesin, bir başına kim olacak. Şaka yaptım... Ne o komik gelmedi mi? O zaman bir de şunu dene, "ey insanoğlu, kibrin arşa değerken, gözün kendinden başkasını görmezken, kendine güvenin tamken, soru işaretlerin neredeydi? Bana mı emanet etmiştin? Ben kimim?.. Ben yok, sen yok, biz varız.... nıhahaha) Bu parantezi kim kapattı? Ben açmadım ki, sen kapatasın... O hamam böceğini kim koydu oraya? Bak, bak kaçıyor... yoksa bana mı bakıyor?

Hücrenin duvarlarından tırnak izleri, kan, ter ve pislik izleri. Benden geriye kalansa çürümüşlük ve kokuşmuşluk. Soru işaretleri boşluğu doldurmak şöyle dursun, genişletiyor.

Sonumu hazırlayan kendi hücrelerimin duvarlarını oluşturan ilk tuğlayı ne zaman koydum?

Friday, September 10, 2010

Güneş Batarken

Güneş bulutların ardında bir süredir. Nem yüksek, yüreğim darlanıyor. Doğduğumuz günden öldüğümüz güne kadar yanımızda yöremizde bir kısım insanlar var. Aile bunların içerisinde en değerli olanı. Kimileri, "onları seçmiyoruz", oysa dostlar seçtiklerimizdir diyor, ancak ailenin yerini hiçbir kurum, kişi veya başka her ne ad altında olursa olsun diğer birşey alamıyor. Yaşam denilen çalkantılı denizde boğuşurken, çoğu zaman sahip olduğumuz değerli hazineyi unutup, geçici zırvalıkların derdine düşüyoruz. İşte böyle anlarda havadaki nem oranı daha da yükseliyor ve yürek daha da bir darlanıyor.

Hava kararıyor. Günümün güneşi akşamın serinliğini ardında bırakarak batışa geçiyor. Yazın pırıldayan güneş artık yerini sonbaharın yağışlı ve ıslak günlerine bırakıyor. Çocukluğumda, yazın, kaygısızca, deniz kenarında koştuğum, ağaç dallarından yere inmediğim, terleyip terleyip koşarak eve sığındığım günlerin güneşi artık yerini sonbaharın ısıran soğuğuna ve ıslaklığına bırakıyor; ardı kış: soğuk, karlı, sessiz... Bu bir döngü ise eğer elbet yine yaz gelir, yine güneş parıl parıl parıldar... Ama o güneş hep aynı görünse de ne güneşin altında yaşamlarını sürdürenler aynı kalıyor ne de güneşin kendisi.

Denizin turkuvaz mavi rengi, kara balçığa dönüyor, sular kirleniyor. Havanın açık mavisi kurşun ağırlığıyla çöküyor. Kükürt kokusu genzimi yakıyor. Ve sırtımdaki yük her geçen gün artıyor. Olgunlaşmayı beklerken, hayaller birer birer yitip gidiyor. Boynumuza takılan tasmanın ağırlığı dik duran düşüncelerin alnını yere baktırıyor. Vahşi hayvan evcilleşiyor, evcilleşmekse ölüm demek.

Duvarda asılı tablonun önünden her gün geçiyorum, yağlı boyanın renkleri her gün aynı canlılıkta selamlıyor beni ve geçen günün üzerimde bıraktığı yıpranmışlıkları. Yaşlandıkça, güneş batıyor. Güneş alçalışa geçtikçe, gecenin serinliği üstümü bir battaniye misali örtüyor, ne var ki bu battaniye ısıtmıyor da sanki ruhumu soğutuyor. Yüreğim sıkışıyor, meçhule yolculuğum, kaptanın seyir defterine düşülen notlarla devam ediyor.

Yarın olduğunda ve ben arkamı döndüğümde, göreceğim geçmişin bana sunduğu soru işaretleri çok da umurumda değil, zira geçmiş, adı üstünde geçmiş gitmiş... Yine de şunu biliyorum "an'ı an yapan, beni ben yapanların giderlerken bende bıraktıkları ile onlar giderken benden söküp aldıklarından geriye kalanlar".

Yaz biter ve hava kararıken, vadiden aşağı doğru baktığımda, beni çevreleyen ormanın kıyısında, ta uzakta parlayan sıcak ve huzurlu evin aslında çok da geçmişte kaldığını idrak etmeye başlıyorum. Birazdan yağmur başlar, üşürüm, titrerim... Geçmişin hatıraları yüreğimi yakarken, titreyen vücudumdan süzülen yağmur damlalarını ve göz yaşlarımı engelleyemem. Yaşam kimse için durmuyor, durmayacak da... Güneş batıyor...

Friday, August 27, 2010

Baş Ağrısı

Bu öyle bir baş ağrısı ki hiç bitmiyor. Hep orada, beynimin arkasında, sinsi ve derinden beni rahatsız ediyor. Konsantrasyonu engelliyor ve sürekli kendini genişletiyor. Bir kara delik misali hayatı emip tüketiyor.

Kafamı duvara vursam olmayacak, kendimi kendimden söksem yetmeyecek, hayatı kazısam zihnimden geriye bir tek sanki o kalacak. Nedir bu işkence nedir bu eziyet?

Aynalar kırık, gün karanlık, çığlıklar hep sessiz, benden geriye kalan odaya sinmiş bir ömrün puro kokusu.

Monday, August 02, 2010

Yeter...

Uzun bir aradan sonra dönüyorum. Hava sıcak ve yapış yapış. Benimle birlikte umutsuzluk da geri dönmüş. Ta derinliklerden gelen bir haykırma isteği var içimde, her an dizlerimin bağı çözülecek ve yere yıkılacakmışım gibi hissediyorum. Sabahları uyandığımda her yer karanlık, hep karanlık. Tünelin ucunda umut ışığını göremez oldum, o nedenle de soruyorum kendime: Niçin? Cevap bulamıyorum, kendimi avutamıyorum. Vahşetin çağrısı her defasında daha güçlü bir şekilde yankılanıyor benliğimde. Çıkıp gitmemek için kendimi zor tutuyorum. Uzaklar beni çağırıyor, duyabiliyorum. Serin serin esen rüzgar, anlamsız kovalamacaların yerini tatlı bir huzurun aldığı topraklar. Etrafıma bakıyorum, sadece anlamsızlık görüyorum artık! Kimisi sayılardan kurulu dünyada fiktif değerler peşinde koşuyor kimisi niçin koştuğunu dahi bilmiyor. Böyle bir dünyada ben kendimi itekleyerek ilerlemeye çalışıyorum. İlk tökezlediğimde sırtıma bir tekme daha yiyeceğim ve uçurumdan yuvarlanacağım sanki. Ziyan yok! Öyle olacaksa varsın olsun.

Hava sıcak...

Geçen günlerden birinde, insanların fütursuzca zamanı hapsetmeye ve bu sayede onun bir parçası olmaya çalıştıklarına şahit oldum. Gece konserlerinden biriydi, iki boş kafalı ellerinde minicik fotoğraf makineleri ile flaşları patlarak gösteriyi kaydetmeye çalışıyorlar, bu sırada da gösteriyi kaçırıyorlardı. Hevesliydiler, öyle ki midem kalktı. Sordum "neden?" diye, cevap alamadım. Bu kadar boş kafalı olmak mutluluk vericiydi mi yoksa onların bu garip mutluluğundan bu derece iğrenmek miydi normal olan. Dengem bozuluyor, aynaya baktığımda kendimi tanıyamıyorum. Bana bakan ben miyim, yoksa sıcaklardan mı bu hale geldim?

Hava alabildiğine sıcak...

Geçmişi ve tarihi yok ettim, üstelik bana ait olmayaan bir geçmişi. Özenle saklanmış, değer verilerek muhafa edilmiş, her anı heyecanla yaşanmış bir dönemi belgeleriyle birlikte gökyüzüne saldım. Alevler yükseldikçe kapladıkça, sayfalar tek tek kıvrıldı, önce harfler yok oldu sonra yerine kül tabakaları kaldı. Ölümlü dünyanın can veren toprağında, capcanlı anılar sarardı soldu, yitti gitti, hem de en sonunda "yazıklar olsun uğruna mücadele verdiklerimize" dedirtecek bu dünyada.

Dört duvara sıkıştığım bu koca tabutta daraldım. Hem de çok... Ruhum ezilip büzülüyor, umut ışığının yokluğundan karanlığın kürek mahkumu olarak daha kaç yıl eziyet göreceğim bu koca kıyma makinesinde. Yeter diye çığlık atmadıkça, zincirlerimi kırmadıkça daha çok eziyet ederim kendime.

Hava alabildiğine sıcak ve ben bir o kadar (u)mutsuzum.

Friday, July 02, 2010

1 Temmuz Semaları

Boşluğa gönderdiğim bir tebessüm sonsuzlukta sonsuz bir karşılık buluyor bugün.
O tebessüm ki nicelerinin kitaplar dolusu yazdığı öğretilere bedel;
O tebessüm ki bu hayatı anlamlı kılmaya yetmiş bunca sene...

Ve tekrar görüşene dek o tebessüm hiç ama hiç silinmeyecek yüreğimden.

Wednesday, June 16, 2010

İşaretler

Soruyorum: kim, üç noktaların engin diyarında kaygısızca koşup, ünlemlerin heyecanlı dünyasında oradan oraya savrulmak istemez? Oysa, havada kasvet, yüreklerde ağırlık var. Soru işaretleri kafaları bulandırırken, hevesle dönülen her yandan bir parantez işareti çıkıveriyor karşımıza. Kaçınılmaz son "nokta"ya doğru yönlendiriliyoruz. Bu durgunluğa, miskinliğe virgül koymak da olmaz, çünkü o aynı düzeni devam ettirmek için can atıyor. Onun yerine belki de noktalı virgül gerek. Ne nokta ne de virgül, ama her ikisi de...

Bu yazıyı bitirmiyorum, sözü üç noktaya bırakıyorum.

...

Tuesday, June 01, 2010

Asker

Şavaşın tatile çıktığı barış dönemlerinde herşey yolunda gider. İlişkiler sağlamdır, sarsılmazdır. Hatta öyle ki; üst düzey rütbeliler ile astlar iyi ilişkiler içindedirler. Bu, astlar ve üstler arasında eşitlermişçesine bir ilüzyon dahi oluşur.

Sıradan günlerden biriydi, güneş gökte asılı, rüzgar tatlı tatlı salınmaktaydı. Talim sahasının ortasında kurulmuş tatbikat çadırının içi dışarıya göre nispeten sıcak ve biraz da branda bezi kokuyordu. Nizamiye dışındaki askerler, kıdemlerine göre sağda solda, barış döneminin de etkisiyle kestirmekteydi. Kuşlar gökyüzünde oynaşıyor, toprak ana ise tüm ağırbaşlılığıyla vakur ve kabulllenici olan biteni seyrediyordu.

Albay Ermiş, daha geçen sene atandığı görevinin kendine verdiği yetkilerle talimat çadırına doğru ağır adımlarla ilerliyordu. Güneş ve ılıman hava onu rahatlatmıyordu, zira yaklaşan savaşın çirkin ve leş gibi kokan ağır havası şimdiden onun burnunu rahatsız etmeye başlamıştı. Kemiksizlerle yapılacak olan savaşta her karış toprak cephe sayılırdı ve savaşmaya değerdi. Onlar inanmışlardı bir kere. Bu yolda savaşmak kaçınılmaz, ölüm umursanmaz, zafer ise garantilenemeyen bir eve dönüştü. Zafer yolunda, inanç, odaklanma ve mücadele kaçınılmaz unsurlardı ve O, üzerinde bu özelliklerin tümünü taşıdığı düşüncesiyle ilerliyordu.

Büyük yeşil çadırın kapısı kapalıydı. içeriden gülüşmeler ve sesler geliyordu. Adımlarını yavaşlattı, on adım kala durdu. Sanki bakışlarıyla çadırın içini görüyordu. Güneş birden kendini daha çok hissettirdi ve o bir anda kendi kendine sordu:

"Neyim ben?", "Bu ordu için ne ifade ediyorum?", "Vazgeçilmezlik payem nereye kadar taşır beni?"

Geri sayım başlamıştı. 10 adım, 9 adım, 8 adım... Durdu. Peki ya savaş dönemlerinde nasıl yürürdü işler? Nasıl değişirdi ilişkiler? Kemiksizler nasıl sızardı sınırlardan? Yiğitler cephede savaşırken, kendini bilmez ve cephe yüzü görmemiş kendini bilmezlerin, koltuğum daha da rahat olsun, üstler gözünde rütbem daha da yüksek olsun diyenler tarafından nasıl da arkadan bıçaklanma kararlarının verildiğini nasıl da bilmezler? Nasıl da yiğitçe ve safça ölürler. Son gördükleri gözlerinden süzülen bir damla yaştan kırılıp süzülen güneş ışığı ve inancın körlüğünde, bu güneş ışığının cennetle mükafatlandırılmak olduğu yanılsaması olur. İşte o zaman, cephe gerisinde duranlar, sayılarla ve yalnızca sayılarla değerlendirirler olup biteni. 5 ölü, 7 ölü, 45 yaralı, 200 ölü... Ne fark eder ki? Ne zaman ki kendi kolu bacağı kopar ya da ne zaman ki cepheye sevk emri alır, işte o zaman soğuk terler kuyruk sokumuna doğru usul usul ilerler. Yine de paniğe mahal yok, zor günler için saklanan, envanter dışı cephaneler açığa çıkarılır. Yeni bir savaş başlamaktadır. Savaş içinde savaş...

Görev çağırmaktadır. Üç adım daha: 7 Adım, 6 Adım, 5 Adım... Çadırın kapısını hafifçe aralayıp yavaşça içeri süzülüyor. Edilgen cümleler dinlemeye hazır artık.
"... karar alınmıştır.",
".... böyle düşünüldü."
"... faydası olacağı düşünülmektedir."
"görüşmeler neticesinde ... olduğuna karar verildi."

- iyi ama kendi düşüncelerim nereye gitti?
sorusunu kendi kendine soruyor, fakat soruyu sorduğu anda bu emir komuta zincirinde bir halka olduğu bilinci kafasına çakılıveriyor; tıpkı karanlık sokakta, elinde bıçak, köşede bekleyen gaspçı gibi. Bıçak böğrüne, sol kaburgalarının arasına saplanıveriyor. Önce nefesi kesiliyor, kanın sıcaklığını hissediyor, sonra da keskin ve bembeyaz bir acı yakıp geçiyor tüm düşüncelerini.

Düşünce tarlasının körpe tohumları cayır cayır yanıyor. Çünkü o düşünmemeli.
Onun yerine "Düşünüldü!"

Thursday, May 27, 2010

Savaş Sanatı - II

Sokağa girdim... Çıkmaz sokak. Sağ tarafta 25 metre uzakta yaşlı bir çam ağacı yükseliyor; sol tarafta 15 metre uzakta bir elektrik direği yükseliyor. Yolun tam ortasında, yaklaşık 35 metre sonra bir logar kapağı yer alıyor. Tatlı bir rüzgar yanağımı okşuyor. Gözlerimi kapıyorum. Göz kapakları aydınlığı dışarıya hapsediyor. İçeride kan kırmızı bir karanlık. Yavaş yavaş adım atıyorum gözlerimi açmadan. Tedirginim... Adımlarımı sayıyorum, kulak kesilmişim: arkadan araba mı geliyor, Önden bisikletli bir çocuk mu gelecek ya da bir köpek koşarak saldıracak mı? İkinci, dördüncü, derken altıncı adım.

Duruyorum;

Kaygılarım beni durduruyor, oysa gözlerimi kapamadan önce solda duran elektrik ağacının, sağdaki çamın ve ortadaki logar kapağının yerini tespit etmiştim, üstelik bu bir çıkmaz sokaktı ve karşıdan araba gelmiyordu, bisikletli çocuk ve azgın bir köpek de yoktu ortalıkta. O zaman neden endişeleniyordum? Tüm hayatım şartlanmalarla geçmiş, beklenmedik tehlikeler, beklenmeyenin vereceği acı hep ürkütücü bir öcü olarak sunulmuş.

Tekrar yürümeye başlıyorum...

Gözlerimi açmıyorum, olacakları göze alıyorum. Onuncu adım, on ikinci adım, yirminci adım, gözlerim açılıyor! Emirlerimi dinlemiyor, koruma iç güdüsü kontrolü ele geçiriyor. Elektrik direği hemen arkamda kalmış, sağ taraftaki çam ağacına ise uzağım. Rüzgar hala tatlı tatlı esmekte.

Adımlarım önce ağırlaşıyor, sonra görmenin huzuru ile hızlanıyorum...

Thursday, May 20, 2010

Savaş Sanatı - I

Bu topraklarda doğalı 32 yıl olmuştu. Her geçen gün bir başkalık sunmuştu hayat ve her geçen gün onu şaşırtmak için elinden geleni yapıyordu.

Bu sabah hava güneşliydi, hava durumuna bakılırsa öğleden sonra yağmur yağacaktı. Ona göre giyinmeliydi. Takımını üzerine geçirdi, eline de şemsiyesini alarak dışarı çıktı. Sabahın taze kokusu burun deliklerinden ciğerlerine kısa yolculuğuna devam ededursun, düşünceler şimşek hızıyla onu geçmişe götürüp getirdi. Sokağın öte ucunda, sabah güneşinin altında gerinen kediyi
fark ettiği sırada, ağacın dalına az ileride yolun ortasında duran kemiği süzen kargayı da gözden kaçırmadı. Tatlı sabah rüzgarı mor salkımın rahatlatıcı kokusunu etrafa yayarken, çöp kutusundan gelen karpuz kabuğu ve sigara izmariti kokusu ona dün akşam alışverişten dönen dördüncü kat 12 numaradaki genç çifti hatırlattı. Ağır ağır sokaktan yürümeye devam etti. Yol
tek yönlü olmasına rağmen ters yönden gelen var mı diye kontrol etti. İnsanlara belli olmuyordu. Sokağın köşesine geldiğinde kırmızı ışığın yeşile dönmesine daha 25 saniye vardı. Hızını biraz arttırırsa yeşil yandığında taksiye bineceği noktaya tam zamanında ulaşmış olacaktı. İşte bu sırada yolun karşısında sabırsızlıkla bekleyen kadını fark etti, belli ki kadın yeşili beklemeden kendini yola atacaktı, acelesi vardı. Bu durumda ve bu hızla yürürse hareket eden araçlarla varmaya çalıştığı nokta arasında tam ortada kalacaktı kadın. Bu da ilk gelen taksiye onun talip olmak istemesi olacaktı. Saatine göz attı, daha vakti vardı. o halde aceleye mahal yoktu. 5 saniye kalan kadın kendini yola attı. Kadın panik içinde karşıya geçerken ilk taksiye el etti. Taksi yavaşladı... Akşamki yağmurdan kalan su birikintisi gözünden kaçmadı. Bir adım geriledi, hafifçe
sıçrayan su onu sıyırıp geçmişti. Yaklaşık 30 saniye sonra taksiye binmişti.

Gideceği yere varmak için 3 alternatif yol vardı. Minibüs yolu daha kısa olabilirdi ama bu saatte oldukça kalabalık olmalıydı. Diğer yol uzun olan yoldu. O halde üçüncü alternatifi tercih etmeliydi. Biraz daha fazla ödeyerek tam zamanında gitmek istediği yerde olabilirdi. Taksici bir haber kanalı açmıştı. O'ysa tek kulaklığını taktığı radyodan sabah programını dinliyordu. Bir yandan yolu gözlüyor, arada haberleri dinliyor, zaman zaman da müziğe kulak veriyordu. Gün boyu yapması gereken işleri de kafasından geçiriyordu. İşler bu aralar yoğundu. Acil ve süreli işleri öncelikle tamamlamalı, önemsiz ve acelesi olmayan işleri de zamana yaymalıydı. Sevdiği bir rock parçası onu alıp geçmişe götürüyordu. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durumu yorumlayan sabah haberleri ise bir yandan sürüp gidiyordu. Sunucu gazete başlıklarını okurken, taksici laf olsun diye bir soru sordu:

- İşler yoğun mu bu aralar?

Verilecek cevap, bundan sonraki kısa yolculuk için önemli, ama cevabın kendisi önemsizdi. Öyle bir cevap vermeliydi ki sorunun ardı gelmesin.

- ...

Cevap vermemek en iyisi olacaktı. Duymazdan geldi, kafasını yola çevirdi ve sessizliğini korudu. Yolculuk bittiğinde, önceden hazır ettiği parayı uzattı ve iyi günler dileyerek ofise doğru yürüdü. Karşıdan gelenleri tek tek izleyerek yoluna devam etti. Ofise girdiğinde günün planını yapmıştı. Hesapta olmayan işler için gözden çıkarılabilecek bir kısım işi de gözden çıkarmaya hazırdı.

Apartmanın kapısı arkasında kapanırken yerlere dağılmış kağıtlara göz attı. Asansör beşinci katta kalmıştı, demek ki birileri ofise çıkmıştı. Asansörün önündeki parfüm kokusundan biraz önce çıkanın erkek olduğunu düşündü. Saate ve kokuya bakılırsa bu gelen iş arkadaşlarından biri değildi. Asansörün düğmesine basarken gözlerini kapadı ve apartmanın sessizliğinde anlık bir
hiçliğe bıraktı kendini. Şimdi hiçbir yerde değildi.

Savaşa hazırdı, bu onun yoluydu.



Thursday, April 22, 2010

Silah

Boş odada oturmuş, elinde tuttuğu silahı evirip çeviriyor. Namlusu, kabzası, çeliğin soğukluğu...

Elinde tuttuğu silahın nasıl kullanıldığı ve ne kadar zarar verebileceği hakkında bir fikri yok, maalesef!

Şimdi bu durumunun sonuçlarına kuş bakışı bir bakalım: Silahın dolu ve tehlikeli olması halinde, orasını burasını kurcalarken silah ateş alabilir ve ciddi şekilde yaralanabilir, hatta ölebilir.

Bir diğer ihtimalde ise silah bozulabilir. Gün gelip de kendini savunmak için silaha ihtiyacı olduğunda elde bozuk bir silahla kalıverecek. Bu nedenle de saldırgan tarafından silahı var diye ciddi şekilde yaralanabilir veya ölebilir.

Sonuç?

Elinizde tuttuğunuz silahı tanımakta fayda var. Eğer tanımıyorsanız, kurcalamayın, hatta iyisi mi hiç sahip olmayın böylesine bir silaha...

Kıssadan hisse? Çıkarana...

Tuesday, April 20, 2010

Miskinlik...

Miskinlik, sigara gibidir.

Önceleri yoğun tempodan kurtulmanın bir yoludur. Beş dakikalık molalarda içine çekersin. Sonra biranın yanında, derken çay ile, kahve ile...

Ve bir bakmışsın sigara dumanı üstüne başına sinmiş; onun bağımlısı olmuşsun.

3 ay sonra...

Oturduğun rahat koltuğunda ardı ardına içilen sigaralardan saçın başın, dişlerin sararmıştır. Hareketsizlikten nefesin ağırlaşmış, kokuşmuştur. İçinden hiçbir şey yapmak gelmez, ama bağımlı olduğunu da kabul etmek istemezsin. Sağlığın elden gider, ama o'nun verdiği mutluluk, yavaş yavaş gelen ölüm karşına oturmuş sana öyle tatlı tatlı sırıtmaktadır ki başına gelecek acılı deneyimleri hep görmezden gelirsin.

6 ay sonra...

Kamburun çıkmış, suratına bakılmaz hale gelmişsindir. İşediğin sıvı ve terin dahi sigara kokmaktadır artık. Kopmak istersin... artık çok geçtir.

İşte miskinlik de böyledir, sigara gibi...

Thursday, April 01, 2010

Sıradanlığın Tablosu

Güneş gökyüzünde tüm haşmetiyle parlıyor, yaşayan tüm canlılara enerji kaynağı oluyordu. Su berrağı zihinler sabahın tatlı heyecanıyla bir o yana bir bu yana koşturuyor, tebessümle bakışan gözler, hoş sohbetlere zemin hazırlıyordu. Bu köy, nice hayatlara yuvalık ediyor, kol kanat geriyordu. Kısacası herşey yolunda herkesin hayatı tıkırındaydı.

Peki ya bir tablo bu kadar renkli ve ahenkli iken neden insan zihni bir yerlerde bir yanlışlık olduğu inancıyla türlü türlü sorulara başvuruyordu? Mesela; neden bir yerlerde güneş geçirmez bölmeler olduğu hissi, kara bir bulut gibi kapatıveriyordu güneşin önünü... Ya da lambaların solgun ışığı akşamın griliğinde sararmış sigara dumanları gibi duvarlara yapışıp kalıyordu? Peki ya insanların gözünde görmeye alışkın olduğumuz fer neden terki diyar eylemişti?

Aylardan mayıs günlerden çarşamba idi. Senenin ve haftanın ortası ne de çabuk gelivermişti. Kolunun altında arkadaşının hediye ettiği tablo olduğu halde bakımsızlıktan solmuş, ilk yapıldığı günden beri kaygısızca ve hoyratça kullanılmış iki kanatlı kapıyı itiverdi... İçeriye adımını atmasıyla "an" havada asılı kaldı. Oksijen oranı, havalandırmanın yokluğuyla azalmış, sıra bekleyenlerin bölük pörçük konuşmaları birbirine girmiş, puslu/isli uğultunun etrafa yaydığı ağır koku zemine yayılmıştı. Kalabalık ve memurlar keskin çizgilerle birbirlerinden ayrılırken, cam bölmeler, yüzyıllardan bu yana süre gelen ayrımın simgesi haline gelmişti adeta. Zırhları ardından bakan şovalyelerin yalnızca gözleri görünürken, memurlar gündelik hayatın sıradanlığında orta çağın her türlü romantizminden arınmış, buzlu camlar ardından hizmet veren ruhsuz makinelere dönmüşlerdi. İnsanlar değil adeta kaygılar kuyruklar oluşturmuştu: ödenmesi gereken telefon faturaları, ev sahibine çıkarılacak havaleler, dişten tırnaktan artırılarak biriktirilen üç beş kuruşun en karlı yatırıma dönüştürülmesi... ve kuyruk uzayıp gidiyordu. Koltuğunun altındaki tablo hafifçe kaydı...

Cam bölmelerden kesilerek çıkartılan her bir daire tavana lamba olarak asılmış, memurların gözlerinden sökülen yaşam ışığı lambalara özensizce ve iğreti bir şekilde yapıştırılmıştı. Sonuçta ortaya çıkan ölü ve sararmış ışık içerideki her türlü taşkın enerjiyi sönümleyecek şekilde sistematik şekilde tasarlanarak tavana yerleştirilmişti.

Kuyruğun en sonundaki kadın - kimbilir ne kadar zamandır sırada bekliyordu - ağırlığını bir bacağından ötekine kaydırırken, bakışlarını huzursuzca kapıdan giren adama yöneltti. Bu da nereden çıktı şimdi dercesine adamı bir süre süzdükten sonra başörtüsünün altına sakladığı düşüncelerine geri döndü. Bu sırada koltuğunun altındaki tablo biraz daha kayıverdi, sanki canlıydı da canı sıkılmıştı. En sonunda, dairenin içindeki tüm canlılara inat, haykırmak istercesine yerçekimine bıraktı tüm ağırlığını.

Tablo yere düştüğünde, yerdeki ağır koku ve toz tabakası dört bir yana dağıldı, zemine çöreklenmiş tüm grilik duvarların pis ve küflü sarısına karıştı. Donmuş zaman kaldığı yerden devinimine devam etti ve tablonun üzerindeki tüm canlı renkler, isyan edercesine birden parladı. Ne var ki tablo yere çarptığında çıkardığı ses, parlayan renkler, sünepe uğultunun içinde yitti gitti. Birkaç kişi bezgince kafalarını çevirip sesin nereden geldiğine baktılar, ama hepsi o işte. Hayat denen balçık nehri, aklı bir karış havada bir ressamın tuvalinden dökülen iki gram boyanın beş kuruşluk renk cümbüşü ile ritmini bozacak değildi ya...

O sırada memurlar dünyasından kuyruk dünyasına sıradan bir cümle kayıverdi:

- Sıradaki...

İşte hepsi buydu. İşini bitiren yetmişlik amca, kapıya yöneldi. Hayat ne çabuk da geçivermişti. Pazartesi çarşamba derken günler geçmiş, kuyruklarda ve devlet dairelerinde tüketilen hayat sona yaklaşmıştı. Dün bankonun öte yanında bugün bu yanında. Tabloyu yerden almak üzere çömelen genç adamın yanından geçerken, yılların yorgunluğuyla kafasını çevirdi. Resmedilen görüntüyü bir yerden hatırlayacak gibi oldu, gençlik yıllarının hayalindeki köy değil miydi bu? Belki öyleydi belki de değil, ama o köyü ve özlediği yaşamı hiç görmemişti işte, hem artık ne fark ederdi, bu ayın kirasını da yatırmıştı ya önemli olan da buydu. Kapıyı araladı, rüzgar içeriye hücum etti. Bir nefeslik ferahlık mum alevinde parlayıp sönen pervane gibi yitip gitti durağanlığın içinde.

Monday, March 01, 2010

Ben...

Bir ben var bende,
benden içeri...

Bırakın bende kalsın!

Sunday, January 31, 2010

Bedel

Hayatı rüşvet, yolsuzluk ve para idi. Tüm memuriyeti boyunca, işleri kolaylaştırmak için "yardım" alırdı. Akşam eve döndüğünde yatağında huzur içinde uyurdu. Rüşvetten ve hak etmediği paraları yemekten gün geçtikçe büyüyen göbeği ve pis kokan nefesiyle mışıl mışıl uyurdu. Elinde olsa, hayatındaki herşeyi satar, herşeye değer biçerdi. İnsanların yüzüne güler, arkasından söver, gerekirse kıçını yalardı.

Sıradan bir gündü. mesai bitiminde, günün hasılatını devşirdi. Soysuz arkadaşlarıyla paylaştı. Elini cebine attı ve paranın sıcacık ve güven veren dolgunluğunu hissetti. Suratına sıcak bir tebessüm yayıldı. Eve dönmeli ve yarın için hazırlık yapmalıydı. Yolda bakkala uğrayıp, esnafla düzeysiz sohbetler edecekti. Daireden çıktı.

Sonbahar akşamının kömür kokulu akşamında, otoparka bıraktığı ama park parasını ödemediği (otopark görevlisi kendine muhtaçtı) aracına doğru yöneldi. Işığın altında duran siluet dikkatini çeker gibi oldu, ama ona neydi ki, parasız pulsuz zibidinin biriydi herhalde. Tam yanından geçerken adam kolunu tuttu. Adamla göz göze geldiğinde, adamın gözlerinin ürkütücü bir şekilde parladığını gördü. Adam alçak sesle:

- Benimle geliyorsun,

dedi. Öylesine otoriter bir tonla söylemişti ki karşı koyamadı beriki. İşyerinin arka sokağına girdiklerinde, adam cebinden tabancayı çıkardı, ona doğrulttu ve sordu:

- Kaç para?

Beriki cevap verdi, korkarak:

- Üstümde para yok...
- Kaç para dedim?

Parmağın tetik üzerinde hareketlendiğini gören beriki korkarak:

- Tamam, tamam... cebimdeki tüm parayı alabilirsin. dedi.
- Kaç paran var demedim...Kaç para istiyorsun?
- ?!?
- Şaşıracak ne var, kaç para istiyorsun?
- Neye? Nasıl? sen şimdi benden para istemiyorsun ama bana para vermek mi istiyorsun?

Beriki bunları söylerken, hem korkuyor hem de paraya düşkün içindeki sülüğün hareketlendiğini hissediyordu.

- Evet, kaç para istiyorsun... hayatın boyunca herşeye bir değer biçtin. Herşeyi pazarlık konusu ettin. Hak etmediğin şeyleri aldın. Şimdi, ben de sana hayatına karşılık ne kadar istediğini soruyorum?

Berikinin içindeki sülük birden kuruyuverdi. Korku dağlara tırmandı ve soğuk soğuk sırıttı.

- Ama... ?!?
- Kaç para istiyorsun, çekinmeden söyle sana istediğin tüm parayı verebilirim, ancak iyi düşün, senin fiyatını soruyorum?
- Ama... kendime fiyat biçemem...çok...çok... hayır hayır insan hayatına paha biçilmez.
- Soru sordum ve cevap istiyorum. Kaç para isityorsun?
- ...
- Madem cevap vermiyorsun, o halde sana ben değer biçiyorum. Alışkın olduğun üzere önüne atıyorum parayı.

Bu sözlerin ardından cebinden bir tomar para çıkardı. Ve önüne attı. Sonra da berikini karnından vurdu.

- Şimdi canın biraz acıyacak, ama inan bana sönüp giden hayatın bu önündeki paraya bile değmez... Şu son anlarında, canını acıttığın insanları ve kirlettiğin insanlığı düşün...

dedi ve akşamın çöken karanlığında yitti giderken, kan gölü yavaş yavaş yayıldı. Beriki korkudan altına ettiğinden, kendine layık bir ölümü tattı...

Bokun içinde, paralarla ve kanında boğulararak, geberdi gitti.