Monday, August 02, 2010

Yeter...

Uzun bir aradan sonra dönüyorum. Hava sıcak ve yapış yapış. Benimle birlikte umutsuzluk da geri dönmüş. Ta derinliklerden gelen bir haykırma isteği var içimde, her an dizlerimin bağı çözülecek ve yere yıkılacakmışım gibi hissediyorum. Sabahları uyandığımda her yer karanlık, hep karanlık. Tünelin ucunda umut ışığını göremez oldum, o nedenle de soruyorum kendime: Niçin? Cevap bulamıyorum, kendimi avutamıyorum. Vahşetin çağrısı her defasında daha güçlü bir şekilde yankılanıyor benliğimde. Çıkıp gitmemek için kendimi zor tutuyorum. Uzaklar beni çağırıyor, duyabiliyorum. Serin serin esen rüzgar, anlamsız kovalamacaların yerini tatlı bir huzurun aldığı topraklar. Etrafıma bakıyorum, sadece anlamsızlık görüyorum artık! Kimisi sayılardan kurulu dünyada fiktif değerler peşinde koşuyor kimisi niçin koştuğunu dahi bilmiyor. Böyle bir dünyada ben kendimi itekleyerek ilerlemeye çalışıyorum. İlk tökezlediğimde sırtıma bir tekme daha yiyeceğim ve uçurumdan yuvarlanacağım sanki. Ziyan yok! Öyle olacaksa varsın olsun.

Hava sıcak...

Geçen günlerden birinde, insanların fütursuzca zamanı hapsetmeye ve bu sayede onun bir parçası olmaya çalıştıklarına şahit oldum. Gece konserlerinden biriydi, iki boş kafalı ellerinde minicik fotoğraf makineleri ile flaşları patlarak gösteriyi kaydetmeye çalışıyorlar, bu sırada da gösteriyi kaçırıyorlardı. Hevesliydiler, öyle ki midem kalktı. Sordum "neden?" diye, cevap alamadım. Bu kadar boş kafalı olmak mutluluk vericiydi mi yoksa onların bu garip mutluluğundan bu derece iğrenmek miydi normal olan. Dengem bozuluyor, aynaya baktığımda kendimi tanıyamıyorum. Bana bakan ben miyim, yoksa sıcaklardan mı bu hale geldim?

Hava alabildiğine sıcak...

Geçmişi ve tarihi yok ettim, üstelik bana ait olmayaan bir geçmişi. Özenle saklanmış, değer verilerek muhafa edilmiş, her anı heyecanla yaşanmış bir dönemi belgeleriyle birlikte gökyüzüne saldım. Alevler yükseldikçe kapladıkça, sayfalar tek tek kıvrıldı, önce harfler yok oldu sonra yerine kül tabakaları kaldı. Ölümlü dünyanın can veren toprağında, capcanlı anılar sarardı soldu, yitti gitti, hem de en sonunda "yazıklar olsun uğruna mücadele verdiklerimize" dedirtecek bu dünyada.

Dört duvara sıkıştığım bu koca tabutta daraldım. Hem de çok... Ruhum ezilip büzülüyor, umut ışığının yokluğundan karanlığın kürek mahkumu olarak daha kaç yıl eziyet göreceğim bu koca kıyma makinesinde. Yeter diye çığlık atmadıkça, zincirlerimi kırmadıkça daha çok eziyet ederim kendime.

Hava alabildiğine sıcak ve ben bir o kadar (u)mutsuzum.

2 comments:

Anonymous said...

Why, why didn't (you) take the blue pill?

In other words, it was, is and will be a choice.

biberli said...

duyguların aynı şiddette başka beyinlerde de zonkluyor...

çözümü var mı bilmiyorum, bulsaydım burada sana bunları yazıyor olmazdım muhtemelen ama bazen düşünüyorum da, çok fazla konuşuyoruz sanırım, değil mi? yani "yapmıyoruz" ve "olmuyoruz", sadece konuşuyoruz, şikayet ediyoruz...sonra...? hiç...
aynı terrane dönüp duruyor...

diyeceğim şu ki sevgili yazar; ya bu kafayı kesmeli ya da çekip gitmeli; önce kendimizden ve içimizdeki o sesten...

ama kesinlikle BİR ŞEY YAPMALI!