Wednesday, November 26, 2008

Kendimle konuşmalar - 89666

Birgün öleceğim, biliyorum.

O gün geldiğinde olur da geriye bakma fırsatı bulursam ve eğer bu fırsatı değerlendirirsem, ne göreceğim?

Yüzümden bir tebessüm meltemi mi esip geçecek yoksa hüznün sağnak yağışı mı? Sönüp giden yaşamımı tatlı tatlı okşayan, bir meltemse eğer o zaman bu hayat ölümle taçlanıyor demektir. Yok eğer ölümün yalnız ve dar sokağında sağnağın ıslaklığıyla titriyorsam, boşa yaşanmış bu hayatın ardından okkalı bir küfür savurup, son soluğumu da doğru düzgün yaşamayı beceremediğim, sözde "benim" olan yaşamıma harcamayıp da başka nereye harcayacağım, sorarım kendime?

Abuk subuk sıkışmışlıkların, kontrol edilemez buhranların, dar geçitlerin ötesinde sinir bozucu iyi niyet ve fakirin ekmeği umutla, yaşamın bu eli sıkı düzenine söverek geçen onca zamandan ve kalın iddiaların gölgesine hamak serdiğim anlardan sonra geriye kendine güven ve şeref adına ne kalır, sorarım kendime?

Anlamını yitiren,dilencilerin bile tenezzül etmedikleri, geçmişten kişiyle gelen ve bir başkasında tiksintiden başka birşey uyandırmayan hatıralarla kapatıldığım tek kişilik huzurevinde, beyin pelte olmadan ve incecik camdan mamul sığınakta daha ne kadar savaşmadan yaşanır, sorarım kendime?

Ölecek olmak bir yana, yaşamak hissiyatının, hapsedilmişlik temelinde çürüyüp gitmesi karşısında ölmekse tek çare nasıl olur da buna yaşamak, ötekine ölmek derim? Sorarım kendime?

Kendine sor, sor... Cevaplarını bildiğim soruları kendime sormaksa amaç, cevap da ben de olduğuna göre yine fuzuli işler peşindeyim demektir. Yok cevap ben de değilse niçin kendime sorup duruyorum... Bilmiyorsam ve umut etmiyorsam ne istiyorum? Bunu kendime mi soruyorum? Bilmiyorum.

Kayalıkların tepesinde kurulmuş ahşap evin ikinci katında, denize bakan pencerinin pervazına dirseklerimi dayamış, mutfaktan gelen kahve kokularını içime çekerek düşünüyorum. Dışarıdaki yosun kokusunu biliyorum. Martıların çığlıklarını duyuyorum ama dışarı çıkmak istemiyorum.

Sus

Tuesday, November 11, 2008

Uzatmayın artık...

Kelimeler yorgunluk veriyor.
Birbiri ardına dizilmiş, tren vagonları misali ağız tünelinden çıkan iradesiz ve fakat alışkanlık mahsulü hayata ve güne uzayıp gidiyorlar.
Başımı ağrıtan, uzatılmış diyaloglar.
Anlaşılmayan, anlamlandırılamayan eleştiriler.
"Söz gümüşsa sükut altındır." sözü, altından sessizlik tahtında unutulmuş gitmiş bugünlerde. Sonuçsuz tartışmalardan uzak durmaya çalışırken başıma bir ağrı saplanıveriyor. Hava, ciğerlerime giden yolda bir yerlerde sıkışıp kalıyor. Açıklamalar sarmalında ve kafamın tutamaçlarında, hız kesici yol bariyerlerine söve saya sürüyorum bilincimi.
Uzun uzak ufuklarda güneş ağır ağır batıyor.
Biliyorum ki o gün geldiğinde yalnız başımıza göçüp gideceğiz bilinmeyene. Ve işte o zaman kimsecikler soru sormayacak, sorgulamayacak.
Hayat denen o koşturmaca, sonsuz karanlığın, pekmez koyusu derinliğinde, son ışık da yitip gidinceye dek batacak ve sonsuza dek sönecek.
Ne zaman
ne mekan
ne baş ağrısı
ne de sıkıntılar kalacak geriye.
Söz göz geçirmeyen bölmelerde, yalnızlık tahtında ve sükut örtüsü altında toprak kokusuyla tadını çıkaracağız o zaman...
Ve şimdi, akılda kalan bir atasözü çınlıyor semada:

"Dertsiz baş terkide gerek"

Tuesday, October 28, 2008

Kendime öğütler:

- Cevabını merak etmediğin soruları sorma;

- İşine yaramayacak cevabı olan soruları sorma;

- Alışkanlık haline gelen kalıplardan kurtul;

- Manasız onaylama cümleleri kullanma;

- Sonuçsuz tartışmalara girme;

- Cevabını bulabileceğin soruları sorma;

- Bilincini açık tut...

Thursday, October 23, 2008

Oyunun kuralı

Su
Susuzluk
Yer
Yersizlik
Ben
Bensizlik
Bilinç
Bilinçsizlik
Bu bir oyun... biz oyuncak...
Kural
Kuralsızlık
Kural tanımazlık
zaman geçiyor... oyun bitiyor...
zamansızlık
bensiz bu oyunda, kuralsızlık kimin umurunda bilmiyorum ama
benim umurumda değil.
Kural benim diyenlerin yerinde
Kuralsızlık... bensizlik... yersizlik...
Sen sen ol demezlik etme!

Monday, October 06, 2008

Sıkışmışlık hissi

Beklentilerin ve heyecanların ilüzyon olduğu söylemini bilince dönüştürümek çabası sürüp giderken, birgün, birdenbire düzene düzüldüğünü hissetmek. Sırıtan sırtlanların kucağına düşmek...

Baş ağrısının arkasında yatan kavramsal kargaşaların karanlığında, başını eline alıp arkana bakamadan öylece oturmak ve korkunun girdaplarında nefessiz daralırken çatlayan damarlardan fışkıran kanda boğulmak...

Lekelenmemiş heyecanların ardında önlenemez bir çığ gibi yükselen hayal kırıklıklarının açacağı onarılmaz yaraların bilincine varmaksızın, kedi yavrusu saflığıyla kor alevi kırmızı öfke yumaklarıyla oynamaya çalışırken birden kül grisi aldatılmışlığa yenik düşmek...

Hiç bitmeyecekmiş gibi muamele edilen hayatların, bir göz açıp kapama süresinde hiç varolmamışçasına yok olduğuna tanık olurken, kendine birşey olmayacağına ilişkin inancın aynadaki sırıtkan yansımasında kendini seyrederek uyuşmak...

Ciğeri beş para etmezlerin leş kokan nefeslerini içine çekerken, hayat elimizden kayıp dökülürken, adım adım ölüme yanaşmak...

VE tüm bunların gölgesinde suya hasret, solgun bir umutla titreyerek yaşamaktır sıkışmışlık hissini ta benliğinde hissetmek.

Monday, September 08, 2008

çğlk

hrşy sssz, sskn. gzlr slk, frsz. Dşn klkmy frst blmyr. Gn gçtkç tknn hyt, kynğndn zklştkç ylnzlşyr.

kçk hrflrn dnysnd ssn çkrtmy krknlrn sys hr gçn gn br br artyr. v tm b sszlğn rtsnd BEN hrşy nt dmdk ykt v sht yzlr tkrrcsn dklyrm.

tk bşn nlm fd tmyn ssz hrflr dnysnd br bşn ykt drblmk, zr znt. br n kntrl kybdp, kdrt lnlr kşp, nlr srlmk, dstk dlnmk, sğnmk, hzrn ttl gğsnd kndn kybtmk ştn dğl. ys svşmk br trchtr v svşmdn kybtmk d.

b sçmlrn dnysnd, tk bşn, sslğ yrtrcsn, ykdn ynrcsn dğrldm. v dydğnz ss...

şt b BENm çğlğm dyblnlrn ss! hykrş BENm dyblnlrn kdrt...

tk bşn "BEN".

Wednesday, September 03, 2008

Kan Çanağı

Kalp krizinin koyu kırmızısı, öfkenin akışkan kızılında dibe çöküyor bir akşamda daha. Yalnız günlerin soğuğunda sıcak tutsun diye giyilen zaman hırkası, omuzlarda öyle bir ağırlık yapıyor ki, zamana meydan okumak iddiası bir anda kocayıp gidiyor ve yerini akşamın çiseleyen yağmurunda kamburlaşan uzun uzak ve kambur siluete bırakıyor. Sıtma tutmuşçasına titrerken koca beden sinirden, öfkeden, kelimeler koyu kırmızı zindanların kör karanlık bilinmezlerinde ağızları bağlı birer tutsak. Rüzgarın yerden süpürdüğü toz tanecikleri, çiseleyen yağmur altında ıslanan hırkanın gözenekli dokusu üzerine bir bir yapışıyor. Gözeneklerden göğe yükselen koku evrenin bir parçası haline gelirken, gören göze evren, bir toz tanesi oluveriyor. Anlamını yitiriyor bir anda herşey.

Ne uzun uzak siluet ne kan kırmızı sırnaşıklıklar ne de şerbet akışkanı kalabalıklar. Yalnızca var olmak ve fakat yokluğu her zerrende hissetmek. Varda yok olurken, tutunacak dalların birer birer kaydığını, uzaklaştığını görmek ama umurunda olmamak. Mutlak yokluk ve mutlak varlık arasında, kaygısızlığın ve mükemmelliğin dansında, kan çanağında bir nokta olmak:

Renksiz...

Kokusuz...

Friday, August 15, 2008

Ejder Uçuşu

32 gün sonra burnundan dumanlar salarak öfkeyle, göğe yükselecek ejder. Rüzgar derisinin üzerinde süzülüp giderken o yükselecek, yükseldikçe yüreği ferahlayacak ve özgürlüğün taze havası ciğerlerini yakacak. Günler günler önce kaybettiği ve kaybettiği anda da değerini anladığı o değerli hazineye sımsıkı sarılacak, dostlarına dönmek üzere semada birkez daha süzülecek...

Ejderlerin yüreği bir atar...

Ve gecenin birinde ansızın gelen şu satırlar özgürlük armağanım olsun sana:

"Okumadığın, içeriğini bile bilmediğin bir kitabı bir başkasına dillendire dillendire anlatmak, tavsiye etmek gibidir hayatı körü körüne yaşamak!"

Artık özgürsün... aç gözlerini... sal öfkeli soluğunu...

Wednesday, July 02, 2008

Giriş Gelişme Sonuç

HÜCREDE

Hücresinde ikinci gündü, dışarıda yağmur yağıyordu. 2007 yılının Eylül ayının dördünde, dakikalar ağır ağır geçiyordu. Ağrıyan başı, boş miğdesi ve kapalı kaldığı hücrenin yalnız saltanatında gelecek günleri bekliyordu. Ancak biliyordu, gelecek bu günden çok daha zor olmayacaktı.

GELİŞME

Bekledi...

SONUÇ

Ve şimdi 2008 yılının temmuz ayının ikisinde, geçen günlerin ardından maceraların en büyüğü olan eve dönüşe hazırlanıyor. Sırtlan ölmüş, arslanların zamanı gelmiş, şehrin üzerindeki soğuk hava dalgası yerini boğucu sıcağa bırakmışken yağmurlar tüm inadıyla devam ediyor. Bilinmeyen şehrin karmaşası yenik düştü. Uzun uzak savaşçı yara berelerine aldırmadan yumruğunu göğe kaldırdı ve zamana meydan okurcasına çığlık attı. Bu savaşın galibi oydu. Semboller anlam kazanmaya başlamış, yalnızlık çemberi parçalanmış ve nihayet geri dönüş başlamıştı. Dönüşüm başlamıştı. Savaşın bu cephesi kapanmıştı. Geride kalansa, uzun uzak bir adamın zaferine aldırmayan bu devasa şehir, göğe yükselen puro kokularından şehrin üstüne sinen savaşın yanık kokusu, boşluğun tadını çıkaran şişeler ve herşeyden habersiz yaşamlarına devam eden milyonlarca insan... Ayak izleri yağmurlarla silinip giderken arkasına bile bakmadan savaş alanını terketti...

Monday, June 23, 2008

Beklenti

Gökyüzü çakan bir şimşekle aydınlandı, gece güne dönüverdi... Rüzgar tüm haşmetiyle pelerinini savurarak arkasına bakmadan uzaklaştı. Düşünce seli birazdan yağan yağan yağmurun ardından sökün edecekti besbelli.

"İçine duyguların, düşüncelerin sızamadığı karanlığı delice yararak, ışığın gerçekleri tüm çıplaklığıyla utanmazca göz önüne serdiği bir günde; Gerçeklerin gözleri yakarcasına kör eden aydınlıkta yitip gittiği, sinsi grinin ve dahi saf siyahın belleklerden silindiği bir anda ortaya çıkan uçsuz bucaksız kaybolmuşluk hissidir beyaz, bembeyaz. Değil görmek, düşünmek dahi imkansız hale gelirken, bu saflıktan çıldırmak işten bile değildir. Bir papatyanın beyazı en koyu siyah, bir ananın yavrusuna duyguları en sinsi gri olarak algılanır böylesi bir beyazın yanında. Zıttının var olmadığı bir varoluşun yokluğun ta kendisi olduğu gerçeğini görmezden gelircesine, böylesi bir beyazlık ummak, gözlerini sımsıkı yummaktır hayata ve diğer nice renklerine."

Ve sessizlik hakim oldu.

Monday, June 16, 2008

Gri

Karanlıklardan söken beyaz şafağın kör soğuna adım adım ilerlerken, buz tutmuş toprakların yemyeşil tazeliğine hasret, puro kokusu yalnızlığında düşüncelerle dansına devam etti Uzun Uzak Adam. Gözlerini mesken tutan evrenleri yutan kara delik, zamanı hazmetmeye çalışıyordu. Belli ki yük ağır gelmişti. Ayaklarının altında çıtırdadı yer. Buz mavisi ufuk, kara delikten süzülüp kor alevi yüreğinin (b)en merkezine daldı ve eriyerek kusursuz bir damlaya dönüştü. Duyguların damıtıldığı bu damla sonsuz yolculuğuna başladı. Yalnızdı... sessizdi... ama kusursuz güzellikteydi. Hesaplamalardan uzak, kaygılardan arınmış, öylece bir başına var oldu.
Geldiği yolu izleyerek zamanın hazımsızlığını yaşayan kara delikten süzüldü ve üzerinde derin şafağın yansıması uzun uzak gözlerden aşağı salıverdi kendini.

- Ne o ağlıyor musun? Sil göz yaşını...

Sunday, June 15, 2008

OYUN

Oyunun kuralları vardır. Kurallar dahilinde oynandığı sürece zaman hoşça geçer ve oyun sona erdiğinde oyuncular bu oyunun içinde olmaktan haz alırlar. Peki ya birileri kuralları ihlal etmeye başlarsa ne olur? Oyun, oyun olmaktan çıkar. Ancak oyunun kurallarını koyanlar, kuralları bozanlardan yana olurlar ya da kuralı çiğneyenler kural koyucular olursa ortaya nasıl bir tablo çıkar? Kokuşmuşluk oyunun kuralı haline gelir, oyun alanı genişler, oyununun kuralı bozandan gayrısı oyundan zevk almaz hale gelir ve dahası oyuncular oyunda piyon haline gelirler. Peki bu durum nasıl sona erer? Ya da erer mi? Yeni kurulan oyun sisteminde güçlü oyuncular, kuralları akıllıca yorumlayabilir, düzen ve hileleri farklı düzen ve hilelerle bertaraf edecek kadar akıllı ve daha sonra da asıl oyunun kurallarını yeniden tesis edebilecek derecede inançlı ve onurlu olurlarsa kural çiğneyicilerinin sonu başlamış olur. İçinde bulunduğumuz hayat bir oyundur. Oyun içinde oyunlar sergilenir. Kimileri masum, centilmence kimileri kirli ve hain. Ayak oyunları izleriz zaman zaman. Kuralların çiğnendiğini, değiştirildiğini gözlemleriz; bazen müdahale edemeyiz bazen etmek isteyip etmeyiz. Çoğu zaman oyunda figuran olmanın ezikliği içinde gözlerimizi yerden kaldıramayız. Ya da bir oyundaki piyon misali oradan oraya sürüklenirken çaresizliğimize içten içe ağlarız. Deveden büyük fil var misali, büyük oyuncular ve daha büyük oyuncular vardır. "M"ler..."K"ler..."D"ler..."Y"ler ve diğerleri. Oyun sürdükçe vakit geçer ve her sanatçı yorumunu farklı şekilde ortaya koyar. Zaman zaman kurallar daha da sertleşir, yorumlar çarpışır ve ortaya çıkan tabloya göre oyuna verilen isimler değişir. Peki ya seyirciler? Yönetmenler? Her oyunun seyircisi ve yönetmeni var mıdır? Olmalı ki bu oyun sergileniyor. Olmalı ki oyun kurallara göre oynanıyor. Ne zaman ki oyuncular yönetmeye başlıyorlar oyun menfaatler dengesinde ve merkezinde sahneleniyor. Ne zaman ki seyirciler oyuna müdahale ediyor yönetmen kontrolü, oyuncular tarafsızlıklarını kaybediyorlar. Onca değişken arasından hangisine güvenmeli, ne şekilde hareket etmeli. Ben size bir sonraki oyunun detaylarını vereyim siz yerinizi belirleyin:

Sahne : İçinde bulunduğunuz yaşam
Başlama saati : Oyunu algılamaya başladığınız an
Bitiş saati : Algınızın kör olduğu an
Perde arası : Yok

Ve son olarak "oyun"un resmi tanımı:

(1) Vakit geçirmeye yarayan, belli kuralları olan eğlence;
(2) Kumar;
(3)Şaşkınlık uyandırıcı hüner;
(4) Tiyatro veya sinemada sanatçının rolünü yorumlama biçimi;
(5) Müzik eşliğinde yapılan hareketlerin bütünü;
(6) Seslendirilmek veya sahnede oynanmak için hazırlanmış eser, temsil, piyes;
(7) Bedence ve kafaca yetenekleri geliştirmek amacıyla yapılan, çevikliğe dayanan her türlü yarışma;
(8) (mecaz) Hile, düzen, desise, entrika"
(TDK sözlüğü)

Monday, June 09, 2008

Ekmeğin Maya'sı - İşverenin sütü bozuk

Eğer bir köpek cami duvarına işiyorsa,o köpek için "eceli gelmiş" yorumu yapılır. Ancak eğer bu köpek, cami duvarına işeyen köpeklerin ecelinin geldiği varsayımından haberdar ve hala eylemine devam ediyorsa bundan iki farklı sonuç çıkarılabilir:

1. Camiyi umursamıyor, bu düzeni koruyanların üstesinden gelebileceğini düşünüyor ve düzenin bozulmasından mefaat umuyordur.

2. KÖPEKLİĞİNİN FARKINDA DEĞİLDİR.

Sunday, June 01, 2008

Yarım kalmışlık hissine dönüş (Son Perde)

Uzak şehre dönüyorum yeniden, kalan 32 günlük mahkumiyetimi çekmeye, görünmeyen parmaklıkların ardında. Ve gördüğüm herşey yüreğimin en dibini en hassas noktasını kora çeviriyor, sızlatıyor. Yarım kalmışlık hissi bu. Onca planlamanın, masum heveslenmenin ardından, tam başlıyor derken, tam yüreğimin ortasına oturan bir yarım kalmışlık hissi bu. İlk günün tadı damağımda dururken başlangıcın hoş cümleleri hala kulaklarımda yankılanıyor. Gelecek günlere olan inanç nasıl da aldatıverdi hepimizi...

...17 gün evvel...

Sabaha karşı uzak şehrin şafağı henüz sökerken bir karanlıktır çöküveriyor yüreğime. "PAMUK artık yok" haberi geliyor. Sonsuz sessizlik bir an içinde herşeyi yiyip yitiyor. Sonrası yine yarım kalmışlık: Yazın köyde yenilen yemeklerden hoş sohbetlere, telefondaki sıcak ve özleyen sesten yıllara meydan okuyan inanca kadar bir yarım kalmışlık. Pamuk'un arkasından ağlamak değil tebessüm etmek istiyorum zira bu kısır hayat yolundan geçerken bu derece verimli olabilen nadir sayıda insandan biriydi ve hepimizin bu dünyaya olan inancını perçinleyecek bir iradeyle yaşadı. İnanıyorum ki şimdi Yadigar'ımla Pamuk sohbetlerdedir ve Rüstem'im kendisine saygıda kusur etmemektedir. Bundan böyle günlerin hep huzurla geçsin Pamuk, biz dönene dek!

...2 gün evvel...

Yâr'ımla su gibi geçen 15 günün ardından yarım kalmışlık şehrine dönüş yolculuğu başlayacak tekrar. Üzerimizde görünmez hüznün toz parçacıkları geziniyor, yarım kalmışlığın gölgesinde. Beklentilerimiz nasıl da çelme taktı çocukça ve safça hayallerimize.

...Bugün...

Yandıkça eriyen mum misali ilerliyorum kalabalık şehrin sokaklarında. Attığım her adım zulm gelerek. Ama biliyorum ki bu savaş benim savaşım, bizim savaşımız ve kazanmamıza çok ama çok az kaldı.

Yarım kalmışlık hissi şimdilik emsin kanımızı.
Sırtlanlar öldü artık aslanların zamanı.
Ve bu oyunda son perde başlasın!

Wednesday, April 30, 2008

Şerefini, saygısını, inancını yitirenlerin diyarında dev olmak

Hak ve yasa işlerinde isteyenlere yol göstermeyi, mahkemelerde, devlet dairelerinde başkalarının hakkını aramayı, korumayı meslek edinen ve bunun için yasanın gerektirdiği şartları taşıdığı varsayılan ve fakat vicdanları küf kokan kimselere sesleniyorum:

Havada rakamlar uçuşuyor, ifade ettikleri anlamlardan habersiz; Karşılıksız kazanılan, alın terine ihtiyaç duyulmayan ve düzen tarafından düzülmeye göz yumarak "düzen" olmaya çalışanların diyarında. Uzak kıyılara açılan kapıların ardında yatan korkular ve menfaatler kime fayda getirecek sorusu cevapsız. Ve onlar uykularında "yeşillik"ler görürlerken, alnından ter damlayarak çalışanların ağzına bir damla bal bile çalınmıyor. Hesap günü geldiğinde ofislerin gösterişleri masaları altına saklanmak para (yeşillik) etmeyecek.

Açın efendiler açın... kıyı bankalarında hesaplar açın... maaşları yatırın... Hesap vermekten kaçın... Yiyin efendiler yiyin... nereden geldiğini sormadan, nereye gittiğini hesaplamadan... Sac ayağı deyip, ayağının birini kendiniz kırın! Hukuk deyin hukukçuluğunuzdan utanmayın. Siz kendinize güvenmedikçe size kimler güvensin.

Yazıklar olsun!

Ustanın önünde saygıyla eğiliyorum:

"Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtiıamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!"
(Tevfik Fikret - HAN-I YAĞMA)

Thursday, April 10, 2008

Uzun Uzak Sevinç

Ejderin kardeşi bugün, puro kokusu soluğunu alarak, manastıra doğru yola çıkıyor. Yol kısa; yolculuk uzun, öğretilerle dolu. Yasak Şehrin kapıları ardına dek açıldığında, O tüm azametiyle ilerleyecek, orduyu selamlayacak ve öğretilere başlayacak. Gün gelip şafak söktüğünde, puro kokusu soluğunu alarak yanına, eve dönüş yolculuğuna başlayacak!

Ama şimdi! gidenin ardından, uzun uzağın kızıl şafağında, çoktan uzaklara göçen kardeşi başını göğe kaldırarak derin bir soluk çekiyor ve nefes ciğerlerden semaya geri yükselirken biliyor ki yürekleri bir atıyor!

Yolun açık olsun kardeşim.

Saturday, April 05, 2008

Gecenin Bir Yarısı Sıkışan Yüreğin Arkasındaki Büyük Plan (ÇARESİZLİK)

Yalnızlığın kapıda nöbet beklediği bir gecede gelir çaresizlik. Usulca süzüldükten sonra kapının aralığından, uzaklarda, yapayalnız, bir başına yatağında kıvrılmış bir bedenin yüreğine yanaşır büyük planını uygulamak için:

Önce bir koklar korkuyu; Korkunun gün yüzü görmemiş, havasız kalmış ıslak ve yapışkan kokusunu. Sonra iki eliyle kavrar zayıf düşmüş yüreği bir anlığına, hayattan koparıp almak istercesine. Sahiplenircesine.

İşte o anda uykuya dalmakta olan beden irkilir, gözler açılır. Gecenin karanlığında şöyle bir gezinir bakışlar. Nefes alamaz, kalbi sıkışır, ölüm burnunun dibindedir...

Korku odasının kapısı hızla ve bir daha kapanmamak üzere ardına kadar açılır. Umut karanlıkta boğulan son ışık hüzmesinden zayıf, sessiz bir yardım çığlığı koparır ve yok olup gider. Korku şeytani sessizliğine bürünür. Çaresizliğin planı yolunda işlemektedir. Ve avuçlarında tuttuğu yüreği bırakıverir tekrar atsın diye.

Rahat nefes almaya başlayan bedenden terler boşalıverir birden. Ölüm tehlikesi şimdilik geçmiştir, yüreğii sıkışmamaktadır artık. Ama... Peki ya geri gelirse? Kim yardıma koşacak? Kapıyı açıp odadan çıkana kadar son nefesini vermiş olacak belki de? Vakit yok! Vakit olsa da yapacak birşey yok, elden hiçbir şey gelmiyor.

Karanlık, korku, sessizlik, yalnızlık an'a sıkışıp kalmış bu yüreği ÇARESİZLİK adına yönetiyorlar. VE efendin çaresizliğin tek bir isteği var:

"Yalnızlığın kapıda nöbet beklediği bir gecede, o geldiğinde ansızın, neye sahip olursan ol, Karanlıkta bir köşede ölesiye bir Korkuyla, Sessizlik içinde büzüşmen ve aslında sahip olduklarının hiçbir önemi olmadığını ölesiye hissetmen!"

Sunday, March 30, 2008

Sırtlan Öldü... Hücre Duruyor! Arslan nerede?

Saat öğleden sonra altı olmuş. Açlık belirtileri ilk sinyallerini vermeye başlamış. Öfkeye susamış, intakama acıkmış, çaresizlik hücremde oturuyorum.Sırtlanı öldürdüm, arslanı bekliyorum.

Ağlamak istiyorum, pınarlarım kurumuş;
Bağırmak istiyorum, gırtlağım çoktan yırtılmış;
Uzaklara kaçmak istiyorum, gözüm çoktan kör olmuş!
Dizlerin üstüne çöküyorum, başımı ellerimin arasına alıyorum, öylece kalıyorum...
İstemek istiyorum, umudum çoktan uzun uzak diyarlara göçmüş...

Friday, March 14, 2008

Uyanış...

Tutsak edildiği zindanın nem ve terkedilmişlik kokusu içindeki yalnızlığından kurtulmak, özgür olmak için doğruldu dev. Asırlardır iki büklüm yaşadığı duvarlardan kurtulmak istiyordu şimdi. Her defasında ikna ederek benliğini yaşamaya devam etmişti bu kör karanlığın iğne deliği özgürlüğüne sıkışarak ve kendi kandırmacasıyla bileklerini zincirleyerek. Oysa şimdi dikelmek, okyanuslara ve dağlara yeniden yukarıdan bakmak, temiz havayı kana kana ciğerlerine çekmek ve boynundaki zincirleri parçalayıp atmak istiyordu. Kasları gerildi. Zincirlerin üzerindeki tozlar, devin gazabından korkarcasına, sessizce bir bir döküldüler. Yılların yorgunluğunu ilk defa hissetti zincirin her biri dağlar kadar büyük halkarı... Bir cayırtıdır koptu, yer sallandı, tavan parçalandı. Işık kör edercesine ve devi çıktığı zindana tıkmaya çalışırcasına gözlerine saldırdı. Göz kapakları sımsıkı kapandı, ciğerlere dolan hava yüzyıllık nem ve köhnemişliği sildi süpürdü ve yeni bir yaşam alevi yayıldı tüm bedene... Bu beden ki gelmiş geçmiş tüm varlıkların ötesinde büyük ve fakat tanrıların yalnızlığında hapis... Zincirler parçalanırken okyanuslar yarıldı, yeryüzü alt üst oldu. Devin gırtlağından gelen hırıltı, çığlığa; çığlık, çağlayan göz yaşlarına; çağlayan göz yaşları öfke seline; öfke seli, kaybedilen zamanın felaketi haline dönüştü! Şimdi yerden göğe yükselen bu özgürlük abidesi bir daha tutsak olmamaya yemin edercesine, gözlerini kamaştıran güneşe doğru kaldırdı elini ve haykırdı:

"Yeteeeeeeeeeeer!"

Tuesday, March 11, 2008

Sırtlan Günlükleri - 0

Gün batımının kan kızılında, deli bakan gözlerin kırmızısı ve kuduz salyası sırıtmasıyla şehre girdi yaralı sırtlan doğu kapısından, batan güneşe karşı. Batan gün aslanların günü. Leşlerin kokusunu sırtlanıp, arkasına bakmadan uzaklaştı rüzgar... Havayı şöyle bir kokladı sırtlan. Bugün burada ölüm kokuyordu. Yaşam terk edeli bu toprakları çok olmamıştı ancak belli ki acele etmişti; o da ecele gitmişti. Elbet yolları kavuşurdu.

Yarası ağırdı. Çenenin kenetlendiği yerden akan kan hala o anın sızısıyla akıyordu. Artık biliyordu ki hiçbir zaman bu topraklar onların olamayacaktı. Ancak yine biliyordu ki aslanlar da eskisi kadar rahat nefes almayacaklardı. İlk savaş ne zaman çıkmıştı? İlk çatışma, ilk yıpranma?
Bu kadar eskiye mi dayanıyordu hüzün çiçeklerinin tohumlanması bu topraklarda? Yoksa hafızası yine o garip oyunlardan birini mi oynuyordu? Aslanların sert bakışları altında oynaştıkları günlerden, intikam yemini ettikleri acılı günlere kadar geçen günlerin hatıraları neden bir nefeste silinircesine yitip gitmişti...

Güneş son ışık hüzmelerini de alıp yitti gitti batıdan! Kör camlarına evlerin, şavkı vurdu deli bakan kan kırmızı gözlerin. Ve bu delişmen yansıma aydınlattı korkuyla sımsıkı kapanmış gözkapaklarının ardındaki tir tir titreyen yüreklerin en karanlık ve ücra köşelerini. Sırtlanın hırlaması, gecenin saf karanlığını yırtan kibrit alevi gibi sessizliğin yüreğine çöktü! Korkular köşeye sıkıştı, ezildi ve kanlar içinde kenara yığıldı. Cesaret bu sefilliğin iğrenç kokusuna tahammül edemeyip uzaklaşalı çok zaman geçmişti ne de olsa... Şimdi sırtlan sefaletin leşiyle beslenirken, cesaret başka topraklarda geride bıraktığı sefaletin izleriyle yeni bir hayata başlamaya çalışıyordu. Ancak leşlerin kokusuyla uzaklaşan rüzgar cesarete bu kokuyu bulaştırmıştı birkere, zira cesaret sefalete kendi tereddüttünün meydan verdiğinin farkındaydı.

Sırtlan derin nefes verdi, köşeye çöküverdi. Nefes alışverişi hızlandı, ölüyordu. Sırtlan sırıtmasını son nefesine salık verdi ve son nefesini semaya salıverdi...

Wednesday, March 05, 2008

Şenses'in bana hep Yadigar ...

Bir nefeste Tuzladayım.... Kapının kilidini çeviriyorum, hapsolmuş anıların kokusu ciğerlerime doluyor ve yeni doğmuş çocuğun ilk nefesi gibi yakıyor içimi, çığlık çığlığa ağlayasım geliyor... İlk heyecanlar, sonra partiler, sıcacık paylaşımlar, ayrılıklar, yaban ellere teslimiyet ve şimdi her nefesimde içimi yakan hatıralar...

Gözlerimi kapatıyorum Efirlideyim... Serin bir sonbahar öğleden sonrasında yağmur sonrası
toprak kokusunda buluyorum kendimi. Babam içeriden gülümsüyor, annem mutfaktan... Ne
kadar da gençler, ne Tuzla var o zaman ne de başka bir diyarda yaşananlar. Koşarak içeri
girip sarılmak istiyorum...

Gözlerimi açıp kapatıyorum ve bir yaz öğlenine uyanıyorum. Önce sahilden gelen çocuk
seslerini ve bağrışmalarını ayır ediyor kulaklarım sonra Karadenizin dalgalı sularında
usulca ilerleyen motorun sesini. Ve derken balkonun rüzgarında sohbet eden annemin ve
babamın sıcak konuşmalarını...

Düşünce hızında yolculuk ederken Ethemefendi'de buluyorum kendimi, anayoldan
geçen motorun sesi Karadenizdeki öğlen uykularını hatırlatıyor ama üniversiteye
başlayalı da çok olmuş! İki oda salon evimizden taşınmamıza daha çok var!

Son durağım Fatsa oluyor. Yılların sakladığı kokular ve sararmış fotoğraflar arasında
geziniyorum. Kum taşından küpeyi, eşarbı, bastonu hatırlıyorum... Bunlar bana senden Yadigar!

Derin bir nefes alıyorum... Tuzla yavaş yavaş kayboluyor. Yerini gece yarısına yaklaşan Uzak
Doğu saati alıyor ve çalışan klimanın mekanik horultusu...

Sunday, March 02, 2008

Çin Satrancı 象棋

Akşamın karanlığında ve karanlığa yol gösteren sokak lambalarının suskunluğunda bir gölge ilerliyor, yabancı işaretler ve simgeler dünyasında. Her yerde yanıp dönüyor şekiller. Sırtlan günlükleri sona yaklaşırken, aslanların zamanı geliyor usul usul. Diğer yanda nehrin iki yanına konuşlanan ordular birbirlerini süzmekteler binlerce yıl önce çizilmiş kuralların himayesinde. Filler, atlar, savaş arabaları, kendini bilmez erler, güçlü ve fakat gücünün kalesine hapsolan hükümdar ve ona adanmış hayatlarıyla danışmanları. Toplar hazır her an patlamaya. Peki ya "uzun uzak" bu manzaranın neresine yerleşiyor?
Binlerce yıldır akan kum saatinin taneleri birbiri üstüne eklenirken sırtlanlar bir yandan arkalarına bakarak bir yandan da sırıtarak daha içerilere çekiliyorlar, aslanları kışkırtmak üzere. Henüz bakir ve keşfedilmemiş toprakları salyalarıyla sulamaya ve farkında olmadan yeni zaferleri taçlandırmaya...

Şimdi;
Hamle sırası bende! Şimdi girdiğim savaşın kazanmak üzere atlarımı ve savaş arabalarımı sürmeli ve başladığım şeyi bitirmeliyim. Ne kadar zor olursa olsun. Savaşlar keyifle değil kararlılıkla kazanılıyor. O halde simgeleri ve şifreleri bir bir çözmeye devam etmeli. Gün gelip çattığında gölgelerde saklanan ordular kardelen çiçekleri gibi cepsiz beyaz çarşafları yırtacaklar
ve hasat zamanı tüm verimiyle gelecek.

Oysa;
Gel gitlerin ve anlaşılmazlıkların dünyasında verilen bu savaşta taraflar değil taraf olduklarına inananlar sancakları dalgalandırıyorlar ve kazananlar değil kaybedenler var. Bu anlamsız savaşı kazandıklarında kendilerinin olacağına inandırıldıkları vaadedilen topraklarsa kimsenin olmayacak zira hiçbir şekilde kazanmak mümkün değil.

O halde;
Savaş bir aldatmacaysa ve kazananı yoksa mücadele etmek niye? Ancak atlar çoktan nehrin ötesine atladı ve toplar orduların üstünden ateşe başladı!

Sırtlanların zamanı sona yaklaşıyor!

Friday, February 08, 2008

İt ürür kervan yürür!

Kuzu çıkmış diyor ki:
"İt ürür Kervan yürür.."
O İtler Kervanı gütmeye çalışanı uyarmak için ürmektedirler...
Velev ki o itler gider, o Kervan da bedevilere teslim olur.

Saturday, January 12, 2008

ARIZA DEFTERİ

Kan kırmızı öfke, buz mavisi soluk,

Kim?

Ben değilim herhalde...

Herhalde ile olacak olsaydı kimbilir kimler nerelerde olurdu.

Sahi nerede olurlardı? Ya da olurdular?

"Sahi" dedin de niçin "gerçek" demedin. Gerçeklere inanmıyor musun yoksa ya da benim adım mor.

Yok yok iyice uzaklaştın konudan ve asıl noktayı kaçırdın.

Aynı soruyu sormaktan hoşlanmıyorum ama kim?
Kiminle konuşuyorsun?
Ve eğer soruyu soran bensem kime soruyorum ?
Yok soruyu ben sormuyorsam bana kim soruyor ve eğer kendi kendime konuşuyorsam niçin soru soruyorum?!? Kendi kendimi bilmiyorum da birtakım arayışlara mı giriyorum.

Bugün günlerden pazar olsun istesem de bişey farketmezdi; ki bunun da konuyla bir alakası olduğu kanaatinde değilim. Kanaatinin de bir önemi yok zaten.

Peki ya sen? Sen bu yazıyı okurken ne düşünüyorsun? Sana soruyorum evet bakma öyle sağa sola, kendi kendime konuşacak değilim herhalde.

Ezcümle canımı sıkan birkaç konudan biri de konunun hepi topu iki kelime etrafında toplanması ya da topallaması. Ben ve herhalde. Ne kadar da kesin ve derin oldu. Derin ve kesin, kesik deriyi andırmadıysa o zaman bir de şunu deneyelim: keskin serzenişt... ya da kontrolden çıkan serseri mayın bir beyin...

Dur artık dur!

Biri bu defteri kapatsın yoksa hiçbir zaman inemeyeceğim bu zeplinden...

Zeplin nereden çıktı şimdi?

Keskin, derin "ben" herhalde bu balonu şişirdim...

Kar beyazı sonsuz bir boşluk ve çimen yeşili bir koku!