Wednesday, March 08, 2006

FIRTINA!

Uzak gözlerce farkedilmedi başlarda öfke fırtınası.
Gökyüzü açık maviden koyu laciverte dönüşürken sessiz ve derinden, gözler uzak kaldı olan bitene. Sadece seçilmiş bazıları hissetti ta yüreğinin derinliklerinde yaklaşan fırtınayı. Denize on metre mesafede kumsalı kucaklayan çimlerin üzerinde dikiliyor, gözlüyordu. Yüreğinin ritmik atışları, rüzgarın uğultusuyla bir olup uzak diyarlara göç etmeye başlayalı çok olmadı ki geçmişten yankılanan diyaloglar kulaklarında çınladı:
Şehir denen vahşi ormanın göklere yükselen beton ağaçlarından birine yuva yapmıştı medeniyet denen ucubenin, hilkat garibesi çocukları:
Şirketler.
Hücrelerini oluşturan insancıklar ofislerine kapanmış, bazen kavrayamadıkları bazen ucundan yakaladıkları garip hissiyatlar içinde, günde üç öğün yemeklerinin kendilerine bahşedilmesi için garip bir halsizlikle çalışıyorlardı. Kahramanımız uzun uzak adamın parmakları o sabah da klavyenin tuşları ile dans etmeye başlamıştı. O günkü programına şöyle bir göz attı. Göz atarken, düşünceleri uzaklara fırlattı; geri gelene kadar düşünceleri, gözleri anlamsız gezindi ajandanın sayfaları üzerinde.
Ve derken uğursuz telefon her zamanki kayıtsız tonu ile çaldı...çaldı...çaldı...Gök gürültüsü derinden ulaştı kulaklara ilk evvela ve sonra boşaldı sarsılarak tüm haşmetiyle yeryüzüne. Çalan telefonun ahizesini kaldırırken uzun uzak adam, kıstırılmış medeniyet ormanında, hasretle kavuşan yağmur ve yeryüzünün tatlı kokusunu hissetti içinde bir yerlerde:
- Alo?
Karşıdaki ses yabancı bir dünyadan gelircesine o günkü işlere dair konuştu da konuştu...
-hı hı...
Onayladı Uzun uzak adam.
-hı hı...
Sonra bu ses yetinmedi istekleriyle telefonun ucunda, çağırdı onu yanına. Yağmurla yetinmemişti tanrılar, fırtınayı çağırıyorlardı.Usulca kalktı masasından. Yüzyıllar sonra yerinden kımıldayan yüce dağlar misali, dev adımlarla ilerledi kaçınılmaz sona doğru. Odanın kapısından girdi, uzun uzak bakışlarla. Oturmasını söyledi buyurgan ses her zamanki tonla.Oturdu.konuşmaya başladı her zamanki hoşnutsuz sorgulayan tonda. Dakikalar geçti. Fırtına yaklaşıyordu.
Bulutlar ilk yağmuru boşaltmışlardı boşaltmasına ama asıl fırtına geriden geliyordu usul usul. Ses konuşmaya devam etti. Son yağmur damlası uzun uzak adamın yüreğine düşüverdi ansızın. Şimşekler ardı ardına çaktı. Ne yüce ağaçlar kaldı ne altına sığınan zavallı insancıklar. Ardı ardına sarsıldı medeniyet denen ucubenin hilkat garibesi çocukları ve onun içine sığınmaya çalışanlar. Sandalyeyi bir tarafa fırlattı, masanın üzerinden saçılan kağıtlar korku içinde büyüyen göz bebeklerinde yansımasını buldu biraz önce buyuran sesin sahibinde. Korku ateşi, öfke fırtınasının yıldırımıyla alev aldı birden. Küle çevirdi her zamanki hoşnutsuz sesiyle sorgulayan ruhu bir kalemde. Derken çığlıklar sardı dört bir yanı. İnsancıklar koşuşturmaya başladılar. Medeniyet adını verdikleri komik kölelik düzenini bir "DÜZEN" çıkmıştı o fırtına sabahında. Gelmişti öfke fırtınası, yıllardır uyuklayarak geçirilen yaşamları ve salaklık mertebesinde yer tutan saf insacıkları yok ederek;önüne çıkanı şimşek bakışlarla kör ederek! Derken, şaşkınlık getiren öfkenin yıkıcı gücü savurdu uzun uzak adamı vahşi ormanın pencerelerinden dışarı rüzgarda salınan çiçek tohumları misali.
Fırtına geldiği gibi gitti o anda. Ebedi sessizlik aldı fırtına sonrası yerini sahnede. Okyanus sessiz ve durgundu çılgın öfke fırtına sonrası.
Ölümün tebessümü gözlerinden hızla geldi, geçti.

1 comment:

Anonymous said...

Celik mavisi ve bulutsuz göklerin Tanrilari kadar soguk ve yalniz bir ülke, parlasa dahi isitmayan günes, yapiskan ve sahte insanlar diyarindan Istanbul semalarinin ac kargalarina ve uykusuzlara, bu icten anlatida yazarin gözündeki sehvetin ve soguk tebessümün isigini hissedenlere, anlatilmayanlara,
her seyi anlatmayi sevmeyenlere,
hepinize selam olsun!
- 1isi