Wednesday, March 18, 2009

Cevap!

Soruya cevabı netti ve sinirden kaşı seğirtti:

"Az beyinlilerden, hayatta bir "şey" olduğunu zannedenlerden,hiçliklerinin farkına varıp korkuya kapılanlardan, başka hiçliklere sığınmaya çalışıp dayanak arayanalardan öylesine nefret ediyorum ki, bunları bir ömür boyu suskunluk cezasına çarptırıp, korkudan titreyen suratlarına tükürmek istiyorum."

...

Tuesday, March 10, 2009

Meydan Savaşı

Günlerden yağmurlu bir gün, ufacık bir el yüreğimi sıkıyor. Kan çiçekleri yayılıyor göğsüme, her nefeste kanımda boğuluyorum. Gözlerim kiraz kırmızı yaşarıyor, burnumdan acıyla çıkan inlemeler kafatasımda yükselen ateşin yanında saflara katılıyor. Hayat memat mücadelesinde, sırtımdan yükselen ağrının karanlık orduları gözlerimin üzerinden burun dağına hücuma kalkıyor. Kan gölünde boğulan sevinçlerin çıkardığı iniltiler vadiye yayılırken yalnızlık göğe yükseliyor son vuruşu yapmak üzere.

Gözlerim boşalıyor, ölüyorum. Ruhsuz bedenim birkaç adım daha atıyor, düşüncelerim tökezliyor. Savaşın sıcağında buharlaşan düşünceler, tarif edilemez ilüzyonlar oluşturuyor. Kaygısızca salıverilmiş, küf kokan korku, hız kesmeden yerini alıyor kızıl öfkenin yanında.

Mide volkanı kaynadıkça kaynıyor. Her biri zehir dolu baloncuklar ardı arkasına patlıyor, acı yayılıyor.

Ordularım nerede? Onca yıl gözettiğim, beslediğim ve inandığım? Savaş meydanının ortasında bir başıma yıkık ve ezik dururken, minik el yüreğimi parçalarcasına sıkarken ve beynimin parçacıkları semaya binbir parça dağılırken nerede güvendiğim kuvvetler? Nerede? Ne...

Ve sırtımda yayılıyor bu defa kan çiçekleri. Boşalan gözlerim, uğuldayan kulaklarım, uzun uzak gölgemle batan güneşin ardı sıra seriliyorum. Ölüyorum, kimin sapladığını bilmediğim kimliksiz bıçağın biber acısı kahpeliğinde.

Monday, March 02, 2009

Değirmen

Kül rengi gölge, akşamın isli kokusunda uzayıp gidiyor. ÇÖken karanlığın ağır yükü, yıllara direnen bedenin üstünde, kan çanağı gözlerin peşi sıra geliyor. Yağmur, aralıksız, toprağa saldırıken, iri cüssesini bir türlü doğrultamayan toprak ana, onulmaz yaralar içinde kıvranıyor. Akşamın sinsi sessizliği, puro kokusunun sisli havaya karışıp giden yalnızlığına tuz biber oluyor.

Uzun süredir ne zaman hava kararsa, içindeki ürkek kuş kanatlarını çırpamaz oluyor, yüreğiyse aksine çırpınıyor, çıldırıyor. Yıllarca, kendisini bu hayatla yoğurup şekillendiren, sıcak nefesini üzerinden eksik etmeyen toprak ana artık sisli akşamın buğulu camlarının ardında, gecenin içine süzülen mum ışığı misali titrek ve dağların ardında yankılanan tanıdık bir ses misali solgun...

Zamanın ağır eli, bir yandan toprak anayı çekerken aşağı eteklerinden diğer yandan omzuna biniyor, aşağı bastırıyor. Siluet gittikçe kamburlaşıyor; kan, çanağından taşıyor ve kendisine onca zamandır analık eden toprağa kavuşmak üzere ilerliyor.

Her gece, gözler kapandığında zifire bulanmış kör karanlığa, kulaklar açılıyor endişenin kör edici tedirginliğine. Uyku ile uyanıklık arasındaki sarhoş bulanıklık içinde, nahoş bir koku yayan uyku diyarının balçıklarına saplanıyor. Çırpınmanın nafile sayıldığı, yapışık ve yılışık bir soğuğun sırıtkan soluğunun leş kokuları yaydığı bir dünyada, sabaha ulaşma umudu olmadan sarı sönük bir nefes veriyor semaya.

Ve işte döngü her zaman olduğu gibi yeniden başlıyor. Can suyu zaman, yaşlı değirmenin kollarını, gıcırtılı sesler çıkararak çeviriyor. Değirmenin altında, bu defa öğütülen buğday değil hayatın altın sarısı başakları.

Kül rengi gölge, akşamın sisli sokaklarında uzayıp gidiyor. Sis, ağır ağır sürünürken eğimli kaldırımlarda, sinsice onun ayaklarına dolanıyor; biliyor ki gün gelecek tökezleyecek. İşte o gün yüzündeki okşayıcı ifade, kana susamış vahşilerin anlaşılmaz sırıtmalarına dönüşecek, izleyenlerin anlam veremeyen, donuk ve çaresiz bakışları altında.

Geriye yalnızca anlaşılmaz ve ulaşılamaz hatıralar kalacak.