Bazen hem burada hem de oradayım. Bedenim burada salınıyor: parmaklarım kupaya sarılıyor, dudaklarımda kahve tadı, gözlerim boş; boş çünkü ruhum uzaklarda gezinmekte: Zhong Shan Bei ile Wuning yolunun keşisim noktasında taksi bekliyorum, taksiden indikten sonra merdivenlerden aşağı inip barın kapısından içeri kendimi kaybedeceğim. Yıllar öncesiyle bugün arasında yarılıyor benliğim. Hem mesafeler hem de zaman ayırıyor beni parçalara. Kendimi toplamak enerjimi sömürüyor... Pili bitmiş oyuncak bebek gibi yığılıp kalıyorum oturduğum yerde.
Bir ekrana bakıyorum bir fotoğraf karesine. İmleç adeta zihnimin aynası: boş planda yanıp sönüyor.
Fotoğraftan bana bakıyorlar beni görmeden.
Konuşuyorlar sesleri duyulmadan.
Duman kaplamış her yanı.
Alkol zaten sıkıntılı hayatları iyice bulanıklaştırmış.
Kadın, bana öyle bir bakış atıyor ki, an yarılıyor, zaman bükülüyor, ben titreşiyorum. Ve bir an sonra herşey yine olduğu gibi olmaya devam ediyor.
İmleç yerini düşüncelere bırakıyor. Şimdi susun ve beni dinleyin:
Sizi görüyor, anlıyor ama umursamıyorum. Bana dokunmuyorsunuz. Ben ki mekanda ve zamanda dört bir yana saçılmışım, siz mi benim derinime bakıp beni buralardan alıp oralara çekeceksiniz? Aslında siz öndekilerden çok arkanızdakiyim ben. Kolumu masaya dayamış tespih çekiyorum. Kadehimden bir yudum almadan önce çok uzakları değil ayın sonunu düşünüyorum. Küçük dünyamın sınırlarını yırtamayıp, eğlencemin küçüklüğünde ciğerlerimi yırtan sigara dumanına hapsoluşuma kahroluyorum. Siz, öndekiler, kendi yalan dünyanızda kameraya bakış atarken ben içten içe çürüyorum. Tahir'le Ömer birşeyler konuşuyorlar, birbirlerini yarım yamalak duyuyorlar, duyduklarını anlamıyorlar, anladıklarına değil, inanmak istediklerine gülüyorlar. Anlaştıklarını sanıyorlar, tıpkı hayatla aralarındaki ilişki gibi. Yanılıyorlar, yamuluyorlar, yok oluyorlar. Donup kalan bu kare yankılanıp gidecek ama onlar çoktan bir kere titreşip karanlığa gömüldüler.
Kendimi susturup müziği dinliyorum, kafam kaldırmıyor, herkesi herşeyi susturuyorum. Zaten siyah beyaz olan görüntü iyice bulanıklaşıyor, odağı şaşıyor. Öndekiler bir o yana bir bu yana soluyorlar. Piyano, performans gücünün çok altında kalmış olmanın utancıyla sus pus oluyor. Tuşlara her basıldığında atomlarına ayrılıyor, keşkelerle vals yapıyor, uzaklardaki caza hasret dağılıyor. Bakışlarımın odaklandığı fotoğraf karesi iyice tenhalaşıyor. Tahir, Ömer'e yaklaşıyor:
- Kalk, diyor ben sıkıldım.
Masadan kolumu hafifçe çekiyorum. Bir yudum daha alıyorum. Ben rakı sevmem. İçerim. Sevmem. Sevmediğim halde içerim. Belki de yalnızlığıma iyi geldiği için başkalarıyla içiyorum hep. Bir bardak rakı mı bir bardak mercimek mi ikilemi iyice darlıyor beni ay sonu denkleminde. Son yudumu dikiyorum kafama, haydi bana eyvallah. Benden arkada oturanlar mı? Onlar da başka gözün gördükleri, başka kulakların duydukları olsunlar. Benim hikayem buraya kadar.
Takeshiba tren istasyonundan çıkmış yürüyorum. Tokyo körfezine bakan banklardan birinde puro tellendireceğim. Yine o kadar uzaklara gittim ki içime çektiğim dumanı İstanbul semalarına salmak beni bana geri verecek mi bilemiyorum. Sen bu satırları okurken, ben semada bir duman gibi süzüleceğim. Durma çek derin bir nefes, kimbilir benden bir parça süzülür gözlerindeki soru işaretlerine...