Thursday, September 23, 2010

Bulantı

Bunu alma,
Bunalma...
Bunu al,
Bunal..

Bunalımlı bulantı bu kadar olur...

Monday, September 13, 2010

Soru

Dar duvarların arasından sızan ışıkta kafamda yankılanan soru hep aynı:

"Kendi hücrelerimin duvarlarını oluşturan ilk tuğlayı ne zaman koydum?"

Çayır çimende koştuğum ilk günleri düşünüyorum, hatırlayabildiğim kadar hatırlamaya çalışıyorum. O günlerde temeli kazmış olamam. Ancak o dönemde olsa olsa ileride kullanacağım tuğlalar elime verilmeye başlanmıştır. Eğitim sistemi, kültür, toplum... Her birim bir tuğla vermiş elime. Sırtıma vurulan yükler her geçen gün belimi bükmüş. Ağaç yaşken eğilmeye başlamış.

Sonra gençlik ve üniversite. BU dönemde özgürlük rüzgarları eserken, bastırılmışlık altından yay misali fırlayan, zembereği boşalan birey hızla kontrolü kaybetmiş. Dağılmakla birleşmek arasında gidip gelmeler sürüp gitmiş. Kendimi keşfedip, özgüven oturmaya başladığında, birden elinde bulmuşum o sırtımdaki tuğlaları. Şimdinin tam zamanı olduğuna karar vermiş ve ilk tuğlayı çakıvermişim sağlam zemine. Zemin her bakımdan çürük, yalnızca "hücre" bu durumun istisnası. Hücre sağlam, hücre güçlü, hücre yıkılmaz, azametli. Azla yetinme hücresi, sıkışmışlık hücresi, kıt knaat hücresi, karın ağrısı, mide yanması, yürek sızısı ve benzeri daha birçok isimle anılabilecek, her daim üzerimde taşıyabileceğim, tek kişilik hücrem. Toplum seninle gurur duyuyor hücre adam. Sen bu şekilde yürü ki, huzur her yerde olsun. Kafanı dışarı çıkarama ki, düzenin endişeleri yeşermesin.

Şimdi; suçlu kim bu duvarların örülmesinde!? Tuğlaları tek tek ben ördüğüme göre, suçlu ben, mahkum ben, yargıç ben. Vicdan bende, yara bende.. Peki herkes nereye gitti? Tek kişilik hücremin duvarları bu kadar mı kalın. Sessizlik içinde, karanlığa sızan ışığın yakan aydınlığında tekrar aynı soruyur soruyorum:

"Kendi hücrelerimin duvarlarını oluşturan ilk tuğlayı ne zaman koydum?"

Bu soru önemli, zira bu soruya cevap verebilirsem, kendi çöküşüme giden yolda nerede hata yaptığımı bulabileceğim. Tuğlayı kimin tedarik ettiği, beni kimin teşvik ettiği de önemli elbette ama tuğlayı ören ellerim kadar suçlu değil kimse. (Bu cümleyi, "Tuğlayı kimin tedarik ettiği, beni kimin teşvik ettiği önemli değil, tuğlayı ören ellerim kadar suçlu değil kimse." şeklinde de ifade edebilirdim.) Odanın duvarları yükseldikçe, vurdumduymazlık artmış olmalı ki, uyanış gecikmiş. Beni uyuşturan her ne ise çok güçlü olmalı ki, bir türlü başıma gelebilecekleri öngörmek mümkün olmamış.

Şimdi bir hususun daha farkına varıyorum. Yukarıdaki anlatımlarda hep "miş"li geçmiş zaman kullandım. Bu kalıp, olaylar olurken, orada olmayaan üçüncü şahıslar tarafından bir olay nakledilirken, kullanılır. Oysa ben ne yaptım? Öylesine bir gaflet içindeymişim ki, bugün hücremde kıstırılmış, suskun ve içine kapanık oturuken geçmişten hep "miş"li geçmiş zaman kipinde bahsettim geçmişimden. Peki şimdi, nerede o günlerin kibiri, nerede o günlerin sınır tanımaz özgüveni?

Sessizlik yerini klostrofobiye bırakıyor yavaş yavaş. Yoğun karanlığın minik elleri gırtlağıma sarılıyor. Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi hissediyorum. Yüreğimin üstünde oturan zebani, kalbim her attığında tırnaklarını, kan fışkırana kadar derinlere batırıyor. Artık atmasın istiyorum, nefesin darlanmasın, kalbim sancımasın istiyorum, olmuyor. Arkamı dönüyorum duvar, sağım, solum, dört yanım duvar. Çimento, tuğla ve nem kokusu burun deliklerimden içeri süzülüyor.

Ellerime bakıyorum, kollarım, ayaklarım, bacaklarım... Artık kendimi tanıyormıyorum. Deliriyorum.

Ey okuyucu, ey kendim, bundan sonra okuyacakların, bu tuğlayı koyan ellerin eseri ve fakat benden geriye eser kalmadığının kanıtıdır. şşt.. yaklaşıyor duyuyorum, nefes alma! (Alma ki geberesin...) İyice yaklaştı, duvarın dışında, iyi ki çıkmışım bir kat daha, bu sayede beni ele geçiremeyecek, o sümüklü ve pis ellerini narin derime geçiremeyecek. Buna asla izin vermem. Seni koruyacağım. Arkanda kim var? Ne? Kimse yok mu?!? Yok tabi, bir hücredesin, bir başına kim olacak. Şaka yaptım... Ne o komik gelmedi mi? O zaman bir de şunu dene, "ey insanoğlu, kibrin arşa değerken, gözün kendinden başkasını görmezken, kendine güvenin tamken, soru işaretlerin neredeydi? Bana mı emanet etmiştin? Ben kimim?.. Ben yok, sen yok, biz varız.... nıhahaha) Bu parantezi kim kapattı? Ben açmadım ki, sen kapatasın... O hamam böceğini kim koydu oraya? Bak, bak kaçıyor... yoksa bana mı bakıyor?

Hücrenin duvarlarından tırnak izleri, kan, ter ve pislik izleri. Benden geriye kalansa çürümüşlük ve kokuşmuşluk. Soru işaretleri boşluğu doldurmak şöyle dursun, genişletiyor.

Sonumu hazırlayan kendi hücrelerimin duvarlarını oluşturan ilk tuğlayı ne zaman koydum?

Friday, September 10, 2010

Güneş Batarken

Güneş bulutların ardında bir süredir. Nem yüksek, yüreğim darlanıyor. Doğduğumuz günden öldüğümüz güne kadar yanımızda yöremizde bir kısım insanlar var. Aile bunların içerisinde en değerli olanı. Kimileri, "onları seçmiyoruz", oysa dostlar seçtiklerimizdir diyor, ancak ailenin yerini hiçbir kurum, kişi veya başka her ne ad altında olursa olsun diğer birşey alamıyor. Yaşam denilen çalkantılı denizde boğuşurken, çoğu zaman sahip olduğumuz değerli hazineyi unutup, geçici zırvalıkların derdine düşüyoruz. İşte böyle anlarda havadaki nem oranı daha da yükseliyor ve yürek daha da bir darlanıyor.

Hava kararıyor. Günümün güneşi akşamın serinliğini ardında bırakarak batışa geçiyor. Yazın pırıldayan güneş artık yerini sonbaharın yağışlı ve ıslak günlerine bırakıyor. Çocukluğumda, yazın, kaygısızca, deniz kenarında koştuğum, ağaç dallarından yere inmediğim, terleyip terleyip koşarak eve sığındığım günlerin güneşi artık yerini sonbaharın ısıran soğuğuna ve ıslaklığına bırakıyor; ardı kış: soğuk, karlı, sessiz... Bu bir döngü ise eğer elbet yine yaz gelir, yine güneş parıl parıl parıldar... Ama o güneş hep aynı görünse de ne güneşin altında yaşamlarını sürdürenler aynı kalıyor ne de güneşin kendisi.

Denizin turkuvaz mavi rengi, kara balçığa dönüyor, sular kirleniyor. Havanın açık mavisi kurşun ağırlığıyla çöküyor. Kükürt kokusu genzimi yakıyor. Ve sırtımdaki yük her geçen gün artıyor. Olgunlaşmayı beklerken, hayaller birer birer yitip gidiyor. Boynumuza takılan tasmanın ağırlığı dik duran düşüncelerin alnını yere baktırıyor. Vahşi hayvan evcilleşiyor, evcilleşmekse ölüm demek.

Duvarda asılı tablonun önünden her gün geçiyorum, yağlı boyanın renkleri her gün aynı canlılıkta selamlıyor beni ve geçen günün üzerimde bıraktığı yıpranmışlıkları. Yaşlandıkça, güneş batıyor. Güneş alçalışa geçtikçe, gecenin serinliği üstümü bir battaniye misali örtüyor, ne var ki bu battaniye ısıtmıyor da sanki ruhumu soğutuyor. Yüreğim sıkışıyor, meçhule yolculuğum, kaptanın seyir defterine düşülen notlarla devam ediyor.

Yarın olduğunda ve ben arkamı döndüğümde, göreceğim geçmişin bana sunduğu soru işaretleri çok da umurumda değil, zira geçmiş, adı üstünde geçmiş gitmiş... Yine de şunu biliyorum "an'ı an yapan, beni ben yapanların giderlerken bende bıraktıkları ile onlar giderken benden söküp aldıklarından geriye kalanlar".

Yaz biter ve hava kararıken, vadiden aşağı doğru baktığımda, beni çevreleyen ormanın kıyısında, ta uzakta parlayan sıcak ve huzurlu evin aslında çok da geçmişte kaldığını idrak etmeye başlıyorum. Birazdan yağmur başlar, üşürüm, titrerim... Geçmişin hatıraları yüreğimi yakarken, titreyen vücudumdan süzülen yağmur damlalarını ve göz yaşlarımı engelleyemem. Yaşam kimse için durmuyor, durmayacak da... Güneş batıyor...