Wednesday, June 16, 2010

İşaretler

Soruyorum: kim, üç noktaların engin diyarında kaygısızca koşup, ünlemlerin heyecanlı dünyasında oradan oraya savrulmak istemez? Oysa, havada kasvet, yüreklerde ağırlık var. Soru işaretleri kafaları bulandırırken, hevesle dönülen her yandan bir parantez işareti çıkıveriyor karşımıza. Kaçınılmaz son "nokta"ya doğru yönlendiriliyoruz. Bu durgunluğa, miskinliğe virgül koymak da olmaz, çünkü o aynı düzeni devam ettirmek için can atıyor. Onun yerine belki de noktalı virgül gerek. Ne nokta ne de virgül, ama her ikisi de...

Bu yazıyı bitirmiyorum, sözü üç noktaya bırakıyorum.

...

Tuesday, June 01, 2010

Asker

Şavaşın tatile çıktığı barış dönemlerinde herşey yolunda gider. İlişkiler sağlamdır, sarsılmazdır. Hatta öyle ki; üst düzey rütbeliler ile astlar iyi ilişkiler içindedirler. Bu, astlar ve üstler arasında eşitlermişçesine bir ilüzyon dahi oluşur.

Sıradan günlerden biriydi, güneş gökte asılı, rüzgar tatlı tatlı salınmaktaydı. Talim sahasının ortasında kurulmuş tatbikat çadırının içi dışarıya göre nispeten sıcak ve biraz da branda bezi kokuyordu. Nizamiye dışındaki askerler, kıdemlerine göre sağda solda, barış döneminin de etkisiyle kestirmekteydi. Kuşlar gökyüzünde oynaşıyor, toprak ana ise tüm ağırbaşlılığıyla vakur ve kabulllenici olan biteni seyrediyordu.

Albay Ermiş, daha geçen sene atandığı görevinin kendine verdiği yetkilerle talimat çadırına doğru ağır adımlarla ilerliyordu. Güneş ve ılıman hava onu rahatlatmıyordu, zira yaklaşan savaşın çirkin ve leş gibi kokan ağır havası şimdiden onun burnunu rahatsız etmeye başlamıştı. Kemiksizlerle yapılacak olan savaşta her karış toprak cephe sayılırdı ve savaşmaya değerdi. Onlar inanmışlardı bir kere. Bu yolda savaşmak kaçınılmaz, ölüm umursanmaz, zafer ise garantilenemeyen bir eve dönüştü. Zafer yolunda, inanç, odaklanma ve mücadele kaçınılmaz unsurlardı ve O, üzerinde bu özelliklerin tümünü taşıdığı düşüncesiyle ilerliyordu.

Büyük yeşil çadırın kapısı kapalıydı. içeriden gülüşmeler ve sesler geliyordu. Adımlarını yavaşlattı, on adım kala durdu. Sanki bakışlarıyla çadırın içini görüyordu. Güneş birden kendini daha çok hissettirdi ve o bir anda kendi kendine sordu:

"Neyim ben?", "Bu ordu için ne ifade ediyorum?", "Vazgeçilmezlik payem nereye kadar taşır beni?"

Geri sayım başlamıştı. 10 adım, 9 adım, 8 adım... Durdu. Peki ya savaş dönemlerinde nasıl yürürdü işler? Nasıl değişirdi ilişkiler? Kemiksizler nasıl sızardı sınırlardan? Yiğitler cephede savaşırken, kendini bilmez ve cephe yüzü görmemiş kendini bilmezlerin, koltuğum daha da rahat olsun, üstler gözünde rütbem daha da yüksek olsun diyenler tarafından nasıl da arkadan bıçaklanma kararlarının verildiğini nasıl da bilmezler? Nasıl da yiğitçe ve safça ölürler. Son gördükleri gözlerinden süzülen bir damla yaştan kırılıp süzülen güneş ışığı ve inancın körlüğünde, bu güneş ışığının cennetle mükafatlandırılmak olduğu yanılsaması olur. İşte o zaman, cephe gerisinde duranlar, sayılarla ve yalnızca sayılarla değerlendirirler olup biteni. 5 ölü, 7 ölü, 45 yaralı, 200 ölü... Ne fark eder ki? Ne zaman ki kendi kolu bacağı kopar ya da ne zaman ki cepheye sevk emri alır, işte o zaman soğuk terler kuyruk sokumuna doğru usul usul ilerler. Yine de paniğe mahal yok, zor günler için saklanan, envanter dışı cephaneler açığa çıkarılır. Yeni bir savaş başlamaktadır. Savaş içinde savaş...

Görev çağırmaktadır. Üç adım daha: 7 Adım, 6 Adım, 5 Adım... Çadırın kapısını hafifçe aralayıp yavaşça içeri süzülüyor. Edilgen cümleler dinlemeye hazır artık.
"... karar alınmıştır.",
".... böyle düşünüldü."
"... faydası olacağı düşünülmektedir."
"görüşmeler neticesinde ... olduğuna karar verildi."

- iyi ama kendi düşüncelerim nereye gitti?
sorusunu kendi kendine soruyor, fakat soruyu sorduğu anda bu emir komuta zincirinde bir halka olduğu bilinci kafasına çakılıveriyor; tıpkı karanlık sokakta, elinde bıçak, köşede bekleyen gaspçı gibi. Bıçak böğrüne, sol kaburgalarının arasına saplanıveriyor. Önce nefesi kesiliyor, kanın sıcaklığını hissediyor, sonra da keskin ve bembeyaz bir acı yakıp geçiyor tüm düşüncelerini.

Düşünce tarlasının körpe tohumları cayır cayır yanıyor. Çünkü o düşünmemeli.
Onun yerine "Düşünüldü!"