Thursday, April 22, 2010

Silah

Boş odada oturmuş, elinde tuttuğu silahı evirip çeviriyor. Namlusu, kabzası, çeliğin soğukluğu...

Elinde tuttuğu silahın nasıl kullanıldığı ve ne kadar zarar verebileceği hakkında bir fikri yok, maalesef!

Şimdi bu durumunun sonuçlarına kuş bakışı bir bakalım: Silahın dolu ve tehlikeli olması halinde, orasını burasını kurcalarken silah ateş alabilir ve ciddi şekilde yaralanabilir, hatta ölebilir.

Bir diğer ihtimalde ise silah bozulabilir. Gün gelip de kendini savunmak için silaha ihtiyacı olduğunda elde bozuk bir silahla kalıverecek. Bu nedenle de saldırgan tarafından silahı var diye ciddi şekilde yaralanabilir veya ölebilir.

Sonuç?

Elinizde tuttuğunuz silahı tanımakta fayda var. Eğer tanımıyorsanız, kurcalamayın, hatta iyisi mi hiç sahip olmayın böylesine bir silaha...

Kıssadan hisse? Çıkarana...

Tuesday, April 20, 2010

Miskinlik...

Miskinlik, sigara gibidir.

Önceleri yoğun tempodan kurtulmanın bir yoludur. Beş dakikalık molalarda içine çekersin. Sonra biranın yanında, derken çay ile, kahve ile...

Ve bir bakmışsın sigara dumanı üstüne başına sinmiş; onun bağımlısı olmuşsun.

3 ay sonra...

Oturduğun rahat koltuğunda ardı ardına içilen sigaralardan saçın başın, dişlerin sararmıştır. Hareketsizlikten nefesin ağırlaşmış, kokuşmuştur. İçinden hiçbir şey yapmak gelmez, ama bağımlı olduğunu da kabul etmek istemezsin. Sağlığın elden gider, ama o'nun verdiği mutluluk, yavaş yavaş gelen ölüm karşına oturmuş sana öyle tatlı tatlı sırıtmaktadır ki başına gelecek acılı deneyimleri hep görmezden gelirsin.

6 ay sonra...

Kamburun çıkmış, suratına bakılmaz hale gelmişsindir. İşediğin sıvı ve terin dahi sigara kokmaktadır artık. Kopmak istersin... artık çok geçtir.

İşte miskinlik de böyledir, sigara gibi...

Thursday, April 01, 2010

Sıradanlığın Tablosu

Güneş gökyüzünde tüm haşmetiyle parlıyor, yaşayan tüm canlılara enerji kaynağı oluyordu. Su berrağı zihinler sabahın tatlı heyecanıyla bir o yana bir bu yana koşturuyor, tebessümle bakışan gözler, hoş sohbetlere zemin hazırlıyordu. Bu köy, nice hayatlara yuvalık ediyor, kol kanat geriyordu. Kısacası herşey yolunda herkesin hayatı tıkırındaydı.

Peki ya bir tablo bu kadar renkli ve ahenkli iken neden insan zihni bir yerlerde bir yanlışlık olduğu inancıyla türlü türlü sorulara başvuruyordu? Mesela; neden bir yerlerde güneş geçirmez bölmeler olduğu hissi, kara bir bulut gibi kapatıveriyordu güneşin önünü... Ya da lambaların solgun ışığı akşamın griliğinde sararmış sigara dumanları gibi duvarlara yapışıp kalıyordu? Peki ya insanların gözünde görmeye alışkın olduğumuz fer neden terki diyar eylemişti?

Aylardan mayıs günlerden çarşamba idi. Senenin ve haftanın ortası ne de çabuk gelivermişti. Kolunun altında arkadaşının hediye ettiği tablo olduğu halde bakımsızlıktan solmuş, ilk yapıldığı günden beri kaygısızca ve hoyratça kullanılmış iki kanatlı kapıyı itiverdi... İçeriye adımını atmasıyla "an" havada asılı kaldı. Oksijen oranı, havalandırmanın yokluğuyla azalmış, sıra bekleyenlerin bölük pörçük konuşmaları birbirine girmiş, puslu/isli uğultunun etrafa yaydığı ağır koku zemine yayılmıştı. Kalabalık ve memurlar keskin çizgilerle birbirlerinden ayrılırken, cam bölmeler, yüzyıllardan bu yana süre gelen ayrımın simgesi haline gelmişti adeta. Zırhları ardından bakan şovalyelerin yalnızca gözleri görünürken, memurlar gündelik hayatın sıradanlığında orta çağın her türlü romantizminden arınmış, buzlu camlar ardından hizmet veren ruhsuz makinelere dönmüşlerdi. İnsanlar değil adeta kaygılar kuyruklar oluşturmuştu: ödenmesi gereken telefon faturaları, ev sahibine çıkarılacak havaleler, dişten tırnaktan artırılarak biriktirilen üç beş kuruşun en karlı yatırıma dönüştürülmesi... ve kuyruk uzayıp gidiyordu. Koltuğunun altındaki tablo hafifçe kaydı...

Cam bölmelerden kesilerek çıkartılan her bir daire tavana lamba olarak asılmış, memurların gözlerinden sökülen yaşam ışığı lambalara özensizce ve iğreti bir şekilde yapıştırılmıştı. Sonuçta ortaya çıkan ölü ve sararmış ışık içerideki her türlü taşkın enerjiyi sönümleyecek şekilde sistematik şekilde tasarlanarak tavana yerleştirilmişti.

Kuyruğun en sonundaki kadın - kimbilir ne kadar zamandır sırada bekliyordu - ağırlığını bir bacağından ötekine kaydırırken, bakışlarını huzursuzca kapıdan giren adama yöneltti. Bu da nereden çıktı şimdi dercesine adamı bir süre süzdükten sonra başörtüsünün altına sakladığı düşüncelerine geri döndü. Bu sırada koltuğunun altındaki tablo biraz daha kayıverdi, sanki canlıydı da canı sıkılmıştı. En sonunda, dairenin içindeki tüm canlılara inat, haykırmak istercesine yerçekimine bıraktı tüm ağırlığını.

Tablo yere düştüğünde, yerdeki ağır koku ve toz tabakası dört bir yana dağıldı, zemine çöreklenmiş tüm grilik duvarların pis ve küflü sarısına karıştı. Donmuş zaman kaldığı yerden devinimine devam etti ve tablonun üzerindeki tüm canlı renkler, isyan edercesine birden parladı. Ne var ki tablo yere çarptığında çıkardığı ses, parlayan renkler, sünepe uğultunun içinde yitti gitti. Birkaç kişi bezgince kafalarını çevirip sesin nereden geldiğine baktılar, ama hepsi o işte. Hayat denen balçık nehri, aklı bir karış havada bir ressamın tuvalinden dökülen iki gram boyanın beş kuruşluk renk cümbüşü ile ritmini bozacak değildi ya...

O sırada memurlar dünyasından kuyruk dünyasına sıradan bir cümle kayıverdi:

- Sıradaki...

İşte hepsi buydu. İşini bitiren yetmişlik amca, kapıya yöneldi. Hayat ne çabuk da geçivermişti. Pazartesi çarşamba derken günler geçmiş, kuyruklarda ve devlet dairelerinde tüketilen hayat sona yaklaşmıştı. Dün bankonun öte yanında bugün bu yanında. Tabloyu yerden almak üzere çömelen genç adamın yanından geçerken, yılların yorgunluğuyla kafasını çevirdi. Resmedilen görüntüyü bir yerden hatırlayacak gibi oldu, gençlik yıllarının hayalindeki köy değil miydi bu? Belki öyleydi belki de değil, ama o köyü ve özlediği yaşamı hiç görmemişti işte, hem artık ne fark ederdi, bu ayın kirasını da yatırmıştı ya önemli olan da buydu. Kapıyı araladı, rüzgar içeriye hücum etti. Bir nefeslik ferahlık mum alevinde parlayıp sönen pervane gibi yitip gitti durağanlığın içinde.