Wednesday, November 26, 2008

Kendimle konuşmalar - 89666

Birgün öleceğim, biliyorum.

O gün geldiğinde olur da geriye bakma fırsatı bulursam ve eğer bu fırsatı değerlendirirsem, ne göreceğim?

Yüzümden bir tebessüm meltemi mi esip geçecek yoksa hüznün sağnak yağışı mı? Sönüp giden yaşamımı tatlı tatlı okşayan, bir meltemse eğer o zaman bu hayat ölümle taçlanıyor demektir. Yok eğer ölümün yalnız ve dar sokağında sağnağın ıslaklığıyla titriyorsam, boşa yaşanmış bu hayatın ardından okkalı bir küfür savurup, son soluğumu da doğru düzgün yaşamayı beceremediğim, sözde "benim" olan yaşamıma harcamayıp da başka nereye harcayacağım, sorarım kendime?

Abuk subuk sıkışmışlıkların, kontrol edilemez buhranların, dar geçitlerin ötesinde sinir bozucu iyi niyet ve fakirin ekmeği umutla, yaşamın bu eli sıkı düzenine söverek geçen onca zamandan ve kalın iddiaların gölgesine hamak serdiğim anlardan sonra geriye kendine güven ve şeref adına ne kalır, sorarım kendime?

Anlamını yitiren,dilencilerin bile tenezzül etmedikleri, geçmişten kişiyle gelen ve bir başkasında tiksintiden başka birşey uyandırmayan hatıralarla kapatıldığım tek kişilik huzurevinde, beyin pelte olmadan ve incecik camdan mamul sığınakta daha ne kadar savaşmadan yaşanır, sorarım kendime?

Ölecek olmak bir yana, yaşamak hissiyatının, hapsedilmişlik temelinde çürüyüp gitmesi karşısında ölmekse tek çare nasıl olur da buna yaşamak, ötekine ölmek derim? Sorarım kendime?

Kendine sor, sor... Cevaplarını bildiğim soruları kendime sormaksa amaç, cevap da ben de olduğuna göre yine fuzuli işler peşindeyim demektir. Yok cevap ben de değilse niçin kendime sorup duruyorum... Bilmiyorsam ve umut etmiyorsam ne istiyorum? Bunu kendime mi soruyorum? Bilmiyorum.

Kayalıkların tepesinde kurulmuş ahşap evin ikinci katında, denize bakan pencerinin pervazına dirseklerimi dayamış, mutfaktan gelen kahve kokularını içime çekerek düşünüyorum. Dışarıdaki yosun kokusunu biliyorum. Martıların çığlıklarını duyuyorum ama dışarı çıkmak istemiyorum.

Sus

Tuesday, November 11, 2008

Uzatmayın artık...

Kelimeler yorgunluk veriyor.
Birbiri ardına dizilmiş, tren vagonları misali ağız tünelinden çıkan iradesiz ve fakat alışkanlık mahsulü hayata ve güne uzayıp gidiyorlar.
Başımı ağrıtan, uzatılmış diyaloglar.
Anlaşılmayan, anlamlandırılamayan eleştiriler.
"Söz gümüşsa sükut altındır." sözü, altından sessizlik tahtında unutulmuş gitmiş bugünlerde. Sonuçsuz tartışmalardan uzak durmaya çalışırken başıma bir ağrı saplanıveriyor. Hava, ciğerlerime giden yolda bir yerlerde sıkışıp kalıyor. Açıklamalar sarmalında ve kafamın tutamaçlarında, hız kesici yol bariyerlerine söve saya sürüyorum bilincimi.
Uzun uzak ufuklarda güneş ağır ağır batıyor.
Biliyorum ki o gün geldiğinde yalnız başımıza göçüp gideceğiz bilinmeyene. Ve işte o zaman kimsecikler soru sormayacak, sorgulamayacak.
Hayat denen o koşturmaca, sonsuz karanlığın, pekmez koyusu derinliğinde, son ışık da yitip gidinceye dek batacak ve sonsuza dek sönecek.
Ne zaman
ne mekan
ne baş ağrısı
ne de sıkıntılar kalacak geriye.
Söz göz geçirmeyen bölmelerde, yalnızlık tahtında ve sükut örtüsü altında toprak kokusuyla tadını çıkaracağız o zaman...
Ve şimdi, akılda kalan bir atasözü çınlıyor semada:

"Dertsiz baş terkide gerek"