Sunday, March 30, 2008

Sırtlan Öldü... Hücre Duruyor! Arslan nerede?

Saat öğleden sonra altı olmuş. Açlık belirtileri ilk sinyallerini vermeye başlamış. Öfkeye susamış, intakama acıkmış, çaresizlik hücremde oturuyorum.Sırtlanı öldürdüm, arslanı bekliyorum.

Ağlamak istiyorum, pınarlarım kurumuş;
Bağırmak istiyorum, gırtlağım çoktan yırtılmış;
Uzaklara kaçmak istiyorum, gözüm çoktan kör olmuş!
Dizlerin üstüne çöküyorum, başımı ellerimin arasına alıyorum, öylece kalıyorum...
İstemek istiyorum, umudum çoktan uzun uzak diyarlara göçmüş...

Friday, March 14, 2008

Uyanış...

Tutsak edildiği zindanın nem ve terkedilmişlik kokusu içindeki yalnızlığından kurtulmak, özgür olmak için doğruldu dev. Asırlardır iki büklüm yaşadığı duvarlardan kurtulmak istiyordu şimdi. Her defasında ikna ederek benliğini yaşamaya devam etmişti bu kör karanlığın iğne deliği özgürlüğüne sıkışarak ve kendi kandırmacasıyla bileklerini zincirleyerek. Oysa şimdi dikelmek, okyanuslara ve dağlara yeniden yukarıdan bakmak, temiz havayı kana kana ciğerlerine çekmek ve boynundaki zincirleri parçalayıp atmak istiyordu. Kasları gerildi. Zincirlerin üzerindeki tozlar, devin gazabından korkarcasına, sessizce bir bir döküldüler. Yılların yorgunluğunu ilk defa hissetti zincirin her biri dağlar kadar büyük halkarı... Bir cayırtıdır koptu, yer sallandı, tavan parçalandı. Işık kör edercesine ve devi çıktığı zindana tıkmaya çalışırcasına gözlerine saldırdı. Göz kapakları sımsıkı kapandı, ciğerlere dolan hava yüzyıllık nem ve köhnemişliği sildi süpürdü ve yeni bir yaşam alevi yayıldı tüm bedene... Bu beden ki gelmiş geçmiş tüm varlıkların ötesinde büyük ve fakat tanrıların yalnızlığında hapis... Zincirler parçalanırken okyanuslar yarıldı, yeryüzü alt üst oldu. Devin gırtlağından gelen hırıltı, çığlığa; çığlık, çağlayan göz yaşlarına; çağlayan göz yaşları öfke seline; öfke seli, kaybedilen zamanın felaketi haline dönüştü! Şimdi yerden göğe yükselen bu özgürlük abidesi bir daha tutsak olmamaya yemin edercesine, gözlerini kamaştıran güneşe doğru kaldırdı elini ve haykırdı:

"Yeteeeeeeeeeeer!"

Tuesday, March 11, 2008

Sırtlan Günlükleri - 0

Gün batımının kan kızılında, deli bakan gözlerin kırmızısı ve kuduz salyası sırıtmasıyla şehre girdi yaralı sırtlan doğu kapısından, batan güneşe karşı. Batan gün aslanların günü. Leşlerin kokusunu sırtlanıp, arkasına bakmadan uzaklaştı rüzgar... Havayı şöyle bir kokladı sırtlan. Bugün burada ölüm kokuyordu. Yaşam terk edeli bu toprakları çok olmamıştı ancak belli ki acele etmişti; o da ecele gitmişti. Elbet yolları kavuşurdu.

Yarası ağırdı. Çenenin kenetlendiği yerden akan kan hala o anın sızısıyla akıyordu. Artık biliyordu ki hiçbir zaman bu topraklar onların olamayacaktı. Ancak yine biliyordu ki aslanlar da eskisi kadar rahat nefes almayacaklardı. İlk savaş ne zaman çıkmıştı? İlk çatışma, ilk yıpranma?
Bu kadar eskiye mi dayanıyordu hüzün çiçeklerinin tohumlanması bu topraklarda? Yoksa hafızası yine o garip oyunlardan birini mi oynuyordu? Aslanların sert bakışları altında oynaştıkları günlerden, intikam yemini ettikleri acılı günlere kadar geçen günlerin hatıraları neden bir nefeste silinircesine yitip gitmişti...

Güneş son ışık hüzmelerini de alıp yitti gitti batıdan! Kör camlarına evlerin, şavkı vurdu deli bakan kan kırmızı gözlerin. Ve bu delişmen yansıma aydınlattı korkuyla sımsıkı kapanmış gözkapaklarının ardındaki tir tir titreyen yüreklerin en karanlık ve ücra köşelerini. Sırtlanın hırlaması, gecenin saf karanlığını yırtan kibrit alevi gibi sessizliğin yüreğine çöktü! Korkular köşeye sıkıştı, ezildi ve kanlar içinde kenara yığıldı. Cesaret bu sefilliğin iğrenç kokusuna tahammül edemeyip uzaklaşalı çok zaman geçmişti ne de olsa... Şimdi sırtlan sefaletin leşiyle beslenirken, cesaret başka topraklarda geride bıraktığı sefaletin izleriyle yeni bir hayata başlamaya çalışıyordu. Ancak leşlerin kokusuyla uzaklaşan rüzgar cesarete bu kokuyu bulaştırmıştı birkere, zira cesaret sefalete kendi tereddüttünün meydan verdiğinin farkındaydı.

Sırtlan derin nefes verdi, köşeye çöküverdi. Nefes alışverişi hızlandı, ölüyordu. Sırtlan sırıtmasını son nefesine salık verdi ve son nefesini semaya salıverdi...

Wednesday, March 05, 2008

Şenses'in bana hep Yadigar ...

Bir nefeste Tuzladayım.... Kapının kilidini çeviriyorum, hapsolmuş anıların kokusu ciğerlerime doluyor ve yeni doğmuş çocuğun ilk nefesi gibi yakıyor içimi, çığlık çığlığa ağlayasım geliyor... İlk heyecanlar, sonra partiler, sıcacık paylaşımlar, ayrılıklar, yaban ellere teslimiyet ve şimdi her nefesimde içimi yakan hatıralar...

Gözlerimi kapatıyorum Efirlideyim... Serin bir sonbahar öğleden sonrasında yağmur sonrası
toprak kokusunda buluyorum kendimi. Babam içeriden gülümsüyor, annem mutfaktan... Ne
kadar da gençler, ne Tuzla var o zaman ne de başka bir diyarda yaşananlar. Koşarak içeri
girip sarılmak istiyorum...

Gözlerimi açıp kapatıyorum ve bir yaz öğlenine uyanıyorum. Önce sahilden gelen çocuk
seslerini ve bağrışmalarını ayır ediyor kulaklarım sonra Karadenizin dalgalı sularında
usulca ilerleyen motorun sesini. Ve derken balkonun rüzgarında sohbet eden annemin ve
babamın sıcak konuşmalarını...

Düşünce hızında yolculuk ederken Ethemefendi'de buluyorum kendimi, anayoldan
geçen motorun sesi Karadenizdeki öğlen uykularını hatırlatıyor ama üniversiteye
başlayalı da çok olmuş! İki oda salon evimizden taşınmamıza daha çok var!

Son durağım Fatsa oluyor. Yılların sakladığı kokular ve sararmış fotoğraflar arasında
geziniyorum. Kum taşından küpeyi, eşarbı, bastonu hatırlıyorum... Bunlar bana senden Yadigar!

Derin bir nefes alıyorum... Tuzla yavaş yavaş kayboluyor. Yerini gece yarısına yaklaşan Uzak
Doğu saati alıyor ve çalışan klimanın mekanik horultusu...

Sunday, March 02, 2008

Çin Satrancı 象棋

Akşamın karanlığında ve karanlığa yol gösteren sokak lambalarının suskunluğunda bir gölge ilerliyor, yabancı işaretler ve simgeler dünyasında. Her yerde yanıp dönüyor şekiller. Sırtlan günlükleri sona yaklaşırken, aslanların zamanı geliyor usul usul. Diğer yanda nehrin iki yanına konuşlanan ordular birbirlerini süzmekteler binlerce yıl önce çizilmiş kuralların himayesinde. Filler, atlar, savaş arabaları, kendini bilmez erler, güçlü ve fakat gücünün kalesine hapsolan hükümdar ve ona adanmış hayatlarıyla danışmanları. Toplar hazır her an patlamaya. Peki ya "uzun uzak" bu manzaranın neresine yerleşiyor?
Binlerce yıldır akan kum saatinin taneleri birbiri üstüne eklenirken sırtlanlar bir yandan arkalarına bakarak bir yandan da sırıtarak daha içerilere çekiliyorlar, aslanları kışkırtmak üzere. Henüz bakir ve keşfedilmemiş toprakları salyalarıyla sulamaya ve farkında olmadan yeni zaferleri taçlandırmaya...

Şimdi;
Hamle sırası bende! Şimdi girdiğim savaşın kazanmak üzere atlarımı ve savaş arabalarımı sürmeli ve başladığım şeyi bitirmeliyim. Ne kadar zor olursa olsun. Savaşlar keyifle değil kararlılıkla kazanılıyor. O halde simgeleri ve şifreleri bir bir çözmeye devam etmeli. Gün gelip çattığında gölgelerde saklanan ordular kardelen çiçekleri gibi cepsiz beyaz çarşafları yırtacaklar
ve hasat zamanı tüm verimiyle gelecek.

Oysa;
Gel gitlerin ve anlaşılmazlıkların dünyasında verilen bu savaşta taraflar değil taraf olduklarına inananlar sancakları dalgalandırıyorlar ve kazananlar değil kaybedenler var. Bu anlamsız savaşı kazandıklarında kendilerinin olacağına inandırıldıkları vaadedilen topraklarsa kimsenin olmayacak zira hiçbir şekilde kazanmak mümkün değil.

O halde;
Savaş bir aldatmacaysa ve kazananı yoksa mücadele etmek niye? Ancak atlar çoktan nehrin ötesine atladı ve toplar orduların üstünden ateşe başladı!

Sırtlanların zamanı sona yaklaşıyor!