Sunday, January 29, 2006

Sessiz Kar

Vicdan, gözler, yürek, yalnızlık, adalet, öfke, aşk, keder...

Derken, sessiz bir günde göz alabildiğine uzanan karlar üstünde adımlarımın çıkardığı sesler eşliğinde yürüyorum. Kaynağından çıkan damlalar nehir olup akıyor aşağılara, çağladıkça çağlıyor kar suyu ile ve alev alev yanan yüreğime dökülüveriyor. Buz gibi suların kor gibi yanan yüreğime döküldüğünde çıkardığı sesler, kar üzerinde adımların çıkardığı seslere karışıyor ve yalnızlık üzerine yazılmış en hüzünlü senfoni başlıyor o anda. Geçmişe dönüyorum ışık hızıyla ve o anları bir kez daha bir kez daha yaşıyorum. Sonra "geçmiş ve bugün gel-git"'i ışık hızıyla yaşanmaya başlıyor. Anılara gidip geldikçe bir bir, duyguların karmaşası da artıveriyor. Önce Sevgiyle doluyor yüreğim özlemle karışık sonra nefret kefenine bürünüyor sanki öfkesi hiç dinmeyecekmişçesine.
Karlar içinde yürümeye devam ediyorum. Etraf alabildiğine beyaz örtüyle kaplı, öyle ki gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Kulaklarım uğulduyor. Geriye dönüp bakıyorum, derin karda ayak izlerim yeni yeni başlayan karla usul usul kapanıyor. Yüreğime neden kar yağmıyor? Neden zaman artık beni benden alıp götürmüyor ve mevsimler değişmiyor? Yapraklar yeniden yeşermiyor ve eski yaralar bir bir kapanmıyor? Kimbilir, belki de "neden" sorusunu durup durup sorduğumdan. Yürümeye devam ediyorum beyaz ötrünün üzerinde, tıpkı bulutlarla kaplı uçsuz bucaksız gökyüzü imparatorluğunun üzerinde yalnız ve sessiz seyreden dev gövdeli uçaklar misali. Usuldan başlayan kar şiddetini artırıyor. Işıktan kısılan göz kapaklarını daha da kısmak zorunda kalıyorum. Oracığa kıvrılmak geliyor içimden. Ne de olsa içim yanıyor geçmişin gönül ateşime attığı koca koca odunlar sayesinde. Duruyorum. Daha yürümediğim yola şöyle bir göz atıyorum. En az geldiğim yol kadar belirsiz ve ondan kat kat daha ayak basılmamış. Yaşananlar ve geçmişin ayak izleri geleceğe yürümekten alıkoyuyor mu beni? Yeminler ediyor ve büyük konuşuyor muyum? Hayır... Sadece artık üşeniyorum belki de. Bu uçsuz bucaksız kar bitmeyecek, bu mevsim geçmeyecek ve ben hep yürümekten ama bu iklimden kurtulamamaktan harap ve bitap düşeceğim belki de. İŞte bu nedenle suracığa kıvrılmak istiyorum hemen, son adımı attığım yere doğru, sırt üstü. Sadece gökyüzünü görerek ve içimdeki erimeyi ve yalnızlığı hissederek. Kah kızarak kah severek kah acıyarak. Sonra? Sonrası malum, yanan kalenin etrafına ördüğüm buz duvarlar daha da daralacak ateşimi söndürecek. Ancak bu olana kadar ben zaten içten içe yanmış, kurumuş olacağım. Sonra yeni tohumlar yeşermeden buz imparatorluğu benliğimi esir alacak ve sırt üstü uzandığım, gökyüzünü seyre daldığım bu yer "altın yürekli" adamın ebedi istirahatgahı olacak. Gözlerim göğe bakar görünecek ama hep içten içe kendini seyrediyor olacak. Birileri gelip örtecek kapaklarını usuldan fakat onlar içe bakmaya devam edecek kimseciklere hissettirmeden aşkla, aşkına olan kederle, öfkeyle, hasretle...
Yalnızlık hissinden kurtulmak için yarıyorum bağrımı, kurtulayım artık bu öfkeden, bu kederden, aşktan diye. Sonra farkediyorum ki boşa değil bu uçsuz bucaksız karlar içinde yürümem, bu sessizlik içine gömülmem. Herşey etrafa saçılıyor, dönüp bakacak kimse yok etrafta. Saflığın simgesi varsayılan karın beyazı kanın en koyu kırmızısı ile sulanıyor. Kar emiyor kırmızıyı ve bir adım daha atıyorum düşmeden önce. Bir dost nefesi arayışı içinde dizlerimin üstüne çöküyorum. Kar hızını artırıyor, tipiye dönüşüyor, umudumu alıp götürüyor. Artık ne dost nefesi ulaşır bana ne de sevgilinin sıcak tebessümü yıllar önce yitirdiğim. Duyuyor musunuz? Sesim kısılıyor. Görüyor musunuz? ellerim titriyor. Ateşim sönmeye mi başladı, kar içeri yağıyor biraz önce açtığım yarıktan. Kimse yok mu? Neden bu kadar hızla söndü ışıklar?...
Vicdansızlık, körlük, yüreksizlik, yalnızlık, adaletsizlik, öfke, aşk, keder....
Ne kaldı değişmeyen?